Çevrimiçi TematikTürkoloji Dergisi
Online Thematic Journal of Turkic Studies

www.actaturcica.com

ACTA TURCICA


Yıl II, Sayı 2, Temmuz 2010 "Kültür Tarihimizde Hamam", Editörler: Emine Gürsoy Naskali, Hilal Oytun Altun

Su

*

Mesut Şen

Su hidrojenle oksijenden oluşan ve sıvı hâlde bulunan, renksiz, kokusuz ve tatsız
maddenin adıdır. Başka dillerde olduğu gibi dilimizde de, söz konusu maddenin adı olmak
dışında, bu maddenin yoğun olarak göl, deniz gibi bir yerde toplanan veya dere, ırmak gibi bir
yöne doğru akan kütlesine de su adı verilmektedir. Yine meyve, sebze ve çiçek gibi
bitkilerden sıkılarak, kaynatılarak veya imbikten geçirilerek elde edilen sıvı da dilimizde su
kelimesi ile adlandırılmaktadır.

Türk dilinin tarihî şivelerinde de su kelimesi ile kastedilen kavram, yukarıdaki
tanımdan farklı değildir. Eski Türkçe devresinde, Kök Türk harfli metinlerde
sub ve Uygur
harfli metinlerde de
suv şekillerinde okunan su kelimesi, Irk Bitig’’ de, Sub içip(e)n, yaş yip(e)n
ölümde ozmış tir.
“Su içerek ve taze ot yiyerek ölümden kurtulmuş, der.” (IrkB 17)
cümlesinde madde adı olarak geçerken,
Tonyukuk kitâbesinde, bugünkü Türkçede olduğu gibi
(Meselâ, Fırat suyu, Çığlı suyu, Soldere suyu, Gökçesu, Karasu v.s.), ‘ırmak, akarsu, dere’
manasında özel isme dâhil bir tür ismi olarak kullanılmaktadır:
Anı subk[a] b(a)rd[ımız]. Ol
sub kodı b(a)rd(ı)m(ı)z.
“Anı ırmağına vardık. O ırmaktan aşağıya doğru gittik.” (T 27). Orta
Türkçe devresinde de, Arap harfli metinlerde
suw şeklinde okunan su kelimesi özel isme dâhil
bir tür ismi olarak ‘ırmak’ manasına gelmektedir:
Etil suwı ‘İtil ırmağı’ (Kâş 49/9), Yamar
suwı
‘Ob ırmağı’ (Kâş 52/15). Çiçek, meyve ve sebzelerden sıkılmak veya kaynatılmak
suretiyle elde edilen sıvıya su adının verilmesini ilk olarak Uygur metinlerinde
rastlamaktayız:
kuru üzüm suvı ‘kuru üzüm suyu’ (H 1: 83). Yine Uygur Türkçesinde geçen
köne suvı ‘cıva’ (H 1: 108) örneğinde görüldüğü üzere, suv kelimesi, bu devrede sıvı, mayi,
yani bulunduğu kabın şeklini alan madde karşılığında kullanılmaktadır. Su kelimesi Eski
Türkçe devresinde mecazî manada da görülmektedir. Meselâ
Kül Tigin kitâbesinde, ateşi

söndüren bir maddenin adı olmak hasebiyle, ateşle beraber birbirine düşman iki zıt kutuptan
birini temsil etmektedir:
(A)nça k(a)zg(a)n(ı)p bir(i)ki bod(u)n(u)g ot sub kılm(a)d(ı)m.
“Öylece kazanıp birleşik milleti ateş (ile) su (gibi birbirine düşman) kılmadım.” (KT-D 22)

Eski Türkçe metinlerde sub ve suv şekillerinde yazılan su, özel ismin yanında bir tür
ismi olarak ‘ırmak’ karşılığında kullanılmakla birlikte, ‘ırmak’ manasına gelen asıl kelime
ögüz’dür. Dolayısıyla
ögüz kelimesinin bu devrede özel isme dâhil bir unsur olarak sub ~
suv’dan daha fazla tercih edildiği görülmektedir. Meselâ Kök Türk kitâbelerinde Çin’in ikinci
büyük nehri olan Hwang-Ho ırmağına
Y(a)ş(ı)l Ög(ü)z (KT-D 17, BK-D 15), Seyhun (Sır
Derya) ırmağına
Y(i)nçü Ög(ü)z (T 44, KT-G 3, BK-K 3), İrtiş ırmağına (E)rt(i)ş ög(ü)z (T
35, KT-D 37, BK-D 27) adı verilmektedir. Uygur yazmalarında da Ganj gibi büyük nehirler
için
ögüz kelimesi kullanılmaktadır: Gah ögüz suvı ‘Ganj ırmağı’ (Mayt 8/21). Keza
Kâşgarî’de
ögüz kelimesi, Ceyhun (Amu Derya) ve Fırat gibi olan her ırmağa (Ar. vâd-in câr¬
in)
(Kâş 41/10) verilen bir isimdir. Kâşgarî ayrıca, Oğuzların ögüz kelimesini tek başına
kullandıklarında, hususuyla Benaket vadisini kastettiklerini belirtmektedir. Çünkü Oğuz
şehirleri bu vadinin kenarlarındadır. Türk diyarındaki birçok nehir de bu isimle anılmaktadır
(Kâş 41/10-15).
Ögüz kelimesine Hakaniye Türkçesinden sonraki tarihî şivelerde, Codex
Cumanicus\a
geçen bir örnek dışında, rastlanmamaktadır: ögüz [ochus] ‘ırmak’ (CC 26/19).
Fakat kelime birkaç çağdaş şivede yaşamaktadır: SUyg.
ügüz ‘ırmak’, Hks. üüs ‘ırmak’. Ögüz
kelimesi Türkçenin şivelerinde neredeyse unutulmuş bir kelime olmakla birlikte, ‘nehir’
manasında Türkçeden Farsçaya geçmiştir (Doerfer 1965, 2: 156 [613 n.]). Bir görüş
ögüz
kelimesinin menşeini, Moğolcada üyer şeklinde varyantının olmasından dolayı, Altay dil
birliğine dayandırmaktadır (Starostin v.d. 2003, 1: 613). Bu yüzden
ögüz’ü Altayist bir kelime
olarak görenler veya aslının Moğolca
üyefe dayandığını düşünenler tarihî metinlerde
kelimeyi umumiyetle
ügüz şeklinde okumuşlardır. Ne var ki Uygur Türkçesinde aynı kökten
geldiğini düşündüğümüz, yine ‘ırmak’ anlamına gelen
ögen kelimesi bulunmaktadır: ögen
ögüz suvı
‘ırmak suyu’ (TT 5: A/23). Uygur Türkçesi ile yazılmış metinlerde bir kavramın eş
anlamlı kelimelerle ikileme şeklinde karşılanması çok sık görülen bir husustur:
asıg tusu
‘fayda’ (AY 23/2) gibi. Ögen ve ögüz kelimeleri de birbirinin müteradifidir. Bize göre ögüz
ve ögen kelimeleri ‘su çıkmak’ veya ‘su akmak’ manasına geldiğini varsaydığımız 1ö- fiilinin
birer türevi olmalıdır. Buradan da ‘su çıkan yer’ veya ‘dere’ anlamlarında
*ög kelimesinin
türetildiğini tahmin ediyoruz. Nitekim Türkiye Türkçesi ağızlarında
*ög kelimesi ile aynı
kökten geldiğini düşündüğümüz
övek ‘içinden su çıkan sulak yer’ (DS 9: 3361a), övenek
‘akarsuyun yavaş aktığı yer’ (DS 9: 3362b), öyek ~ öynel ‘ilk baharda yerden kaynayıp bir
süre sonra kaybolan su’ (DS 9: 3364b, 3366a) kelimelerinin bulunması bu görüşümüzü teyit
etmektedir.
Ögüz ve ögen kelimelerinin sonunda bulunan +z ve +Xn ekleri ise bizce birer
çokluk ekidir. Ancak söz konusu ekler, çokluk kavramıyla uyumlu olarak, her iki kelimeye
‘derelerin birleştiği yer’, yani ‘ırmak’ anlamını vermektedir.
Ögen kelimesinin günümüzdeki
varyantları Güney Sibirya şivelerinde hâlen yaşamaktadır: Alt.
ön ‘su yatağı’, Tel. ö:n ‘ırmak
yatağı’. W. Radloff’un tespitine göre Güney Sibirya şivelerinin Lebed ve Tuba ağızlarında
Biya ırmağına da
ö:n adı verilmektedir (Radloff 1960, 1: 1214). Uygur Türkçesinde ‘vadi’
anlamına gelen
öz ve onun +Ak isimden isim yapma eki ile yapılmış türevi olan özek
kelimeleri de bize göre *ö- fiilinden türetilmiş kelimelerdir: öz ‘vadi’ (Hüen-ts 5: 66/18),
özlerdeki özeklerdeki ‘vadilerdeki ve küçük vadilerdeki’ (TT 5: B/122). Kâşgarî’de de öz
‘vadi, koyak (Ar. al-vâdîfi’l-cibâl) ’ (Kâş 34/17) anlamına gelmektedir. Kâşgarî kelimeye tag
özi
‘dağ vadisi’ (Kâş 35/1) dendiğini de belirtmektedir. Kâşgarî’de ayrıca kelimenin Çiğilce
söylenen şekli olan
özi ‘vadi, koyak (Ar. al-vâdî fi ’l-cibâl) ’ (Kâş 57/6-7) kelimesi de
geçmektedir. Eski Türkçede ‘küçük vadi’ karşılığındaki
özek kelimesi ise Kâşgarî’de ‘belin iç
yanında bulunan damar (Ar.
al-abhar) ’ (Kâş 48/8) manasındadır. Yine Kâşgarî’de ‘oyularak
havuz yapılan yer’ anlamında
özük (Kâş 48/7) kelimesi görülmektedir. Söz konusu eserde
‘büyük derelerden ayrılan her kol’a ise
özük suw (Kâş 48/8) denmektedir. Tarihî şivelerden
Harezm ve Osmanlı Türkçelerinde
öz, ‘vadi’ (Rab. 188a/9; TTS 5: 3159; Evl. 1: 135b/3),
Osmanlı Türkçesinde
özek, ‘kuru dere’ (Evl. 7: 186a/34) ve Kıpçak Türkçesinde de öz’ün -Xn
çokluk ekinden yapılmış bir türevi olan özen, ‘boğaz, vadi (Ar. al-halîc va’l-nahr) ’ (Hayyân
12b) ve ‘nehir’ (Tuh 36a/6) anlamlarında görülmektedir. Çağdaş ağız, şive ve lehçelerde de
*ö- fiilinin türevlerine çeşitli manalarda bolca rastlanmaktadır: T.H.A. ömel ‘çukur, kuyu’
(DS 9: 3334); YUyg.
örek ‘çukur’; Krç.-Blk. örleş ‘otlak’; Kır. öröön ‘vadi’; T.H.A. öz ‘su
arkı, dere, çay, küçük göl, pınar, derelerin çıktığı yer, tepeler arasındaki çukur, koyak; sulak
verimli yer, otlak; su kıyısındaki yeşil yer, ova; geniş ve büyük hendek; sel sularının aktığı
yerde yaptığı yarıklar’ (DS 9: 3367b-3368a), Tuv.
ös ‘atar damar’, Çuv. var (< E.T. öz)
‘çukur, dere, vadi’; T.H.A. özden ‘suların geçtiği yer, su geçidi’ (DS 3369a); T.H.A. öze-
‘cıvımak; yoğurt, pekmez v.b. şeyleri sulandırmak’ (DS 9: 3371a); T.H.A. özek ‘susuz dere’
(DS 9: 3369b), Kzk.
özek ‘akarsu yatağı’, Alt. özök ‘nehir, çay, nehir yatağı’; T.H.A. özelti
‘yamaçlardan akan sel suları, küçük dere’ (DS 9: 3370b); T.H.A. özen ‘su arkı, dere, çay,
birbirine yakın iki dağ arasındaki uzaklık, tepeler arasındaki çukur, koyak’ (DS 9: 3371a),
Özb.
ozan ‘su kanalı, su yolu’, YUyg. özen ‘ırmak, çay, kanal’, Kar. özen ‘ırmak’, Krç.-Blk.
özen ‘ırmak, vadi’, Tat. üzen ‘vadi’, Başk. üzen ‘vadi’, Kzk. özen ‘ırmak, nehir’, Kır. özön
‘nehir yatağı’, Hks. özen ~ özön ‘çukur, çukurluk, yar’, Tuv. özen ‘çukurluk’, Alt. özön ‘nehir
için kol’; T.H.A.
özenti ‘dağ eteklerinde, iki sırt arasındaki düzlük; su ağzında, dere
kıyılarında bulunan düzlük; derelerin, sellerin, pınar ayaklarının aka aka aşındırdığı topraktaki
doğal yarık; düz yerdeki çukurlar; kurumuş göl çukuru; akarsuyun getirdiği birikinti’ (DS 9:
3371b); T.H.A.
özge ‘iki dağ arasındaki dereciklerin birleştiği yer, derenin başlangıcı’ (DS 9:
3371b); T.H.A.
özmek ‘bataklık, sazlık yer’ (DS 9: 3372). *Ö- fiilinin bir türevi de tarihî
şivelerde ‘nem, ıslaklık’ manasında geçen
öl kelimesi olmalıdır. Bu kelime ve bu kelimeden
türetilmiş
ölen (< öl+en) ‘ıslak olan, nemli’ ve öli- (< öl+i-) ‘ıslanmak’ kelimeleri tarihî
metinlerde değişik manalarda sıkça görülmektedir: E.T.
öl ‘nem, ıslaklık’ (Caferoğlu 1968,
150),
ölen ‘ıslak yer, çayır’ (AY 544/15); Hak. öl ‘nem, ıslaklık’ (Kâş 170/8), öli- ‘ıslak
olmak, ıslanmak’ (Kâş 557/4); Har.
öl ‘nem, ıslaklık’ (MM 84/2), öl ~ höl ‘nem, ıslaklık’
(Rab 174b/18, 198b/21); Kıp.
ölü- ‘ıslanmak’ (Tuh 5a/7); E.A.T. öl ‘nem, ıslaklık, su dolu yer
’:
Sıdk bagı biteydi gölünden /Kurumayaydı gölü ölünden (TTS 5: 3075), ölen ‘önceki yıldan
kalma kuru ot’ (Evl. 7: 125b/7),
ölü- ‘ıslanmak’ (TTS 5: 3082); Çağ. ölen ‘çayır’ (Seng
86a/19). Çağdaş şive ve lehçelerde de
öl ve türevleri çeşitli anlamlarda karşımıza çıkmaktadır:
T.H.A.
öl ‘toprağın nemi, tav’ (DS 9: 3328), ölen ~ ölenek ‘çiçekli çayır’ (DS 9: 3330), öllü
‘yaş, nemli’ (DS 9: 3332), öllüt- ‘ıslatmak’ (DS 9: 3333); Tkm. ö:l ‘nemli ıslak, ölen ‘otluk
çimenlik yer’,
ölle- ‘ıslatmak’; Özb. hol ‘ıslak, nemli’, hölla- ‘nemlenmek, ıslanmak’; YUyg.
höl ‘ıslak, nemli’, höldihölli- ‘ıslatmak’, ölen ‘ot, bitki’; Tat. ülen ‘ot, otlu yer’; Kır. öl
‘nemli, ıslak’, ölön ‘ot’; Alt. ölön ‘ot, kuru ot’, ülci ~ ülcü ‘bataklık’; Hks. öl ‘nem, ıslaklık’,
ölen ‘ot’, ölle- ‘ıslatmak’; Şor. öl ‘ıslak, yaş’, ölen ‘ot, yeşil ot’, ölle- ‘ıslatmak’; Tuv. öl
‘ıslaklık, nem’; Yak. üöl ‘nem, ıslaklık’; Çuv. vile ‘nem, ıslaklık’.

Kâşgarî, ögüz’ün eş anlamlısı olarak bir de tadgun kelimesinden bahsetmekte ve her
iki kelimenin birbirinin yerine kullanılabildiğini ifade etmektedir: ‘Fırat’a benzer ırmak,
ırmak anlamındaki
ögüz kelimesi gibi (Ar. ögüz li-kulli vâd-in câr-in) ’ (Kâş 220/8). Bir görüş
tadgun kelimesinin doğru şeklinin tod- ‘(suyla) dolmak’ fiilinin bir türevi olarak todgun
olması gerektiğini öne sürmektedir (Clauson 1972, 453b). Bize göre tadgun, muhtemelen
‘akarsu, dere’ manasına gelen
*tad ismine +gUn çokluk ekinin getirilmesi ile türetilmiş bir
kelimedir. Kök Türkçede
tay ‘çocuk’ ismine +gUn ekinin getirilmesiyle oluşturulan taygun
(KT-GD) kelimesinin ‘çocuklar’ anlamına gelmesi gibi, tadgun kelimesi de başlangıçta
‘akarsular, dereler’ karşılığında bir kelime iken daha sonraki devrelerde ‘ırmak’ manasını
kazanmış olmalıdır. Eski Türkçede ‘akarsu, dere’ manasında
*tad ismine rastlanmamakla
birlikte, Sogdcada ‘akarsu’ manasında
tay? < *taha, tyhy < *tac ‘stream, cûybâr’ (Gharib
2004, 2: 386b) kelimesi bulunmaktadır. Şu hâlde, yukarıda belirttiğimiz üzere,
*ög kelimesine
+z ve
+Xn çokluk ekleri getirilerek ‘ırmak’ manasında ögüz ve ögen kelimelerinin türetilmesi
gibi,
*tad kelimesine getirilen +gUn çokluk ekiyle de tadgun kelimesi türetilmiş olmaktadır.
Kâşgarî’de esasen ‘nehir kolu’ karşılığında geçen
tarım (Kâş 199/16) kelimesinden +t çokluk
ekiyle türetilen
tarmut (Kâş 227/1) kelimesinin ‘dağlardaki dereler ve vadiler’ manasına
gelmesi bu görüşümüzü lengüistik açıdan desteklemektedir.

Tarihî şivelerde ‘ırmak’ anlamına gelen bir diğer kelime arık’tır. Kâşgarî’de ‘nehir
(Ar.
an-nahr) ’ (Kâş 45/6) anlamına gelen arık ile ırmaktan ziyade, dere, akarsu veya ark,
sulama kanalının kastedildiği anlaşılmaktadır:
Agılda oglak tugsa arıkda otı öner. “Ağılda
oğlak doğsa derede otu biter.” (Kâş 45/6).
Ol arıknı ağızladı. “O dereye ağız açtı.” (Kâş
153/15).
Er arık kazdı. “Adam ark kazdı.” (Kâş 268/13). Kazuk arık ‘kazılmış ark’ (Kâş
192/9).
Arık kelimesi Hakaniye Türkçesinden sonraki devrelerde de benzer anlamlara
gelmektedir: Har.
arık ‘dere, ark’ (Rab 169a/21, Neh 55/2, ME 32/4); Kıp. arık ‘nehir (Ar.
an-nahr) ’ (Tuh 36a/6), ark ‘nehir (Ar. an-nahr) ’ (Hayyân 11a); E.A.T. arık ~ ark ‘dere, ark’
(TTS 1: 214); Çağ.
arık ‘su yolına derler ki anı su akmak içün kesmiş olalar. Değirmen arkı
gibi’
(Abuşka 9); arık ‘nehir’ (Seng 37b/15). Kelime çağdaş şivelerde de çeşitli varyantlarıyla
aynı anlamda bulunmaktadır: T.T.
ark, T.H.A. arıg ~ arık ~ arh ~ aruk, Azr. arh, Tkm. a:rık,
Özb. arik, YUyg. erik, Krç.-Blk. arık, Tat. arık, Başk. arık, KKlp. arık, Kzk. arık, Kır. arık,
Alt. arık, Tuv. arık. Kelime Farsça, Rusça, Macarca ile Balkan ve Kafkas dillerine de
geçmiştir (Doerfer 1965, 2: 52-53 [469 n.]).
Arık kelimesinin menşei hususunda birkaç görüş
bulunmaktadır. Bazı dilciler kelimenin kökenini Ermenice veya Orta Farsçaya dayandırırken,
bazıları da onun
yar-/*ar- ‘yarmak, kesmek’ veya *ar- ‘geçmek’ fiilinin bir türevi olduğunu
ileri sürmektedirler (Sevortyan 1974, 1: 187-189; Eren 1999, 17; Eyuboğlu 2004, 38; Tietze
2002, 194b-195a; Nişanyan 2007, 49). Bize göre de
arık kelimesi *ar- fiilinin bir türevidir.
Ancak biz söz konusu fiilin
yar- fiilinin bir varyantı olduğunu düşünmüyoruz. Bize göre o,
‘geçmek’ manasında bir fiil de değildir. Kanaatimizce
*ar- fiili, ‘kazmak, oymak’ anlamında,
ancak yar-’tan ayrı bir fiil olmalıdır. Türk dilinin tarihî şivelerinde ‘kazmak, oymak’
anlamında
*ar- fiili bulunmamakla beraber, çağdaş şivelerden Hakas Türkçesinde ‘kütük
oymak’ manasında
ar- (Gürsoy Naskali v.d. 2007, 45b) fiili karşımıza çıkmaktadır. Tarihî
şivelerde
*ar- fiilinin arık dışında başka türevlerine de rastlamaktayız: E.T. arku ‘boğaz,
çukur yer’ (Hüen-ts 5: 8/7),
arku ‘geçit, boğaz’: Arku taglarıg yanıkurtur. “Sarp dağları
yankılatır.” (TT 9: Z/77),
arku ‘nehir, dere’ (Gabain 1988, 261); arkur- (Kelime arku’dan +r-
ile türetilmiş olmalı, belgü+r- gibi) ‘çapraz geçmek’ (AY 133/21); art ‘dağ sırtı, zirve, dağ
geçidi’ (IrkB 6; Hüen-ts 5: 49/3; Gabain 1988, 55 [131 n.]); Hak.
argu ‘iki dağ arası derin
dere, vadi’ (Kâş 76/9);
argula- ‘arasından geçmek’ (Kâş 159/11); art ‘dağ geçidi, dağ sırtı
(Ar.
‘akaba) ’: Ermegüge eşik art bolur. “Tembele eşik dağ sırtı olur.” (Kâş 33/9). *Ar-
fiilinin türevlerine Hakaniye Türkçesinden sonraki devrelerde de tesadüf edilmektedir. Meselâ
Çağatay Türkçesinde
arga ~ argav kelimesi ‘akarsu, dere, çay’ manasına gelmektedir (Şeyh
Süleyman 1298, 9a).
Arga kelimesi aynı anlamda Farsçaya da geçmiştir (Doerfer 1965, 2: 42
[456 n.]). Yine
Kitâb-ı Dede Korkud'da argap kelimesi bulunmaktadır: Argap argap kara
tagun yıhılmış-ıdı yüceldi ahır
(DK-Dresden 117/4, DK-Vatikan 49/11). O. Şaik Gökyay,
Çağatay Türkçesinde geçen ‘sarmak’ manasındaki
arga- fiilinden hareketle (Gökyay 2000,
165),
argap argap ikilemesine ‘kıvrım kıvrım’ (Gökyay 1976, 88) manasını vermekte,
Muharrem Ergin de arga’nın ‘halka?’ (Ergin 1963, 18) manasında bir kelime olabileceğini
düşünmektedir.
Kitâb-ı Dede Korkud’daki argap kelimesi de bizce ‘kazmak, oymak’
manasındaki
*ar- fiilinin bir türevi olmalıdır. Şu hâlde argap argap, ‘oyuk oymak’
anlamındaki
arga- (*ar-ı-k+a-) fiilinden -p zarf-fiil eki ile oluşturulmuş bir ikilemedir. Bu
sebeple biz söz konusu ikilemeye ‘oyula oyula’, ‘kazıla kazıla’ veya ‘oylum oylum’ anlamını
veriyoruz. Buna göre
argap argap ikilemesi kara tag’ın bir sıfatı değil, tersine yıhıl- fiilinin
zarfı olmalıdır. Çünkü
Kitâb-ı Dede Korkud' da geçen “Argap argap kara tagun yıhılmış-ıdı,
yüceldi ahır”
cümlesinde önce yıkılan ve daha sonra tekrar yükselen bir dağdan
bahsedilmektedir. Bu sebeple
argap argap\n ‘oyula oyula’ veya ‘kazıla kazıla’ anlamı
cümlenin bağlamına da uygun düşmektedir.
*Ar- fiilinin tarihî şivelerde tespit ettiğimiz
benzer türevlerini çağdaş şive ve lehçelerde de görmekteyiz: T.H.A.
arga ‘dağın kuz tarafı’
(DS 1: 308b),
argadal ~ argıdaal ~ argıt ‘dağ beli, geçit, boğaz’ (DS 1: 311a); Krç.-Balk.
aran ‘çukur yer, vadi’; Tat. argı ‘dere’; Kır. art ~ artuu ‘dağ geçidi’; Alt. artu ‘nehrin
dibindeki seki’; Hks.
arga ‘sıra dağ’, argı ‘ark, kanal, su yolu’, arıg ‘orman, koru’ (< E.T.
arıg ‘orman, koru’ Mayt 7/26), art ‘geçit, boğaz’; Tuv. arga ~ arıg ‘orman’, art ‘geçit’.
Moğolcada ‘ırmak veya derenin kurumuş yatağı; bir dağın yamacına yağmur sularının açtığı
dereler’ anlamlarına gelen
arag (Lessing v.d. 1995, 47b) kelimesi de bizce *ar- fiilinin türevi
olarak Türkçeden alıntıdır. Yine Uygur Türkçesinde ‘fundalık, çalılık’ ve ‘ada’ (Caferoğlu
1968, 18; Gabain 1988, 261a) manalarında bulunan ve ‘ada’ manasıyla Moğolcaya da geçen
aral (Lessing v.d. 1995, 48b) kelimesi de *ar- fiilinin bir türevi olmadır. Fiilden isim yapma
eki olan
-l, Moğolca ve Türkçede müştereken kullanılan bir ektir. Meselâ Uygur Türkçesinde
bulunan ‘boğaz, vadi’ manasındaki
kısıl, kıs- fiilinden -l ekiyle türetilmiş bir kelimedir: kıs-ı-l
(Gabain 1988, 53 [117 n.]). Tabiî kelimenin Uygur Türkçesinde aral şekli dışında, *arıl
şekline hiç tesadüf edilmemesi dikkat çekicidir. Ancak Uygur Türkçesinde kelime ve eklerde
ı>a ünlü değişiminin belirgin bir özellik olduğunu unutmamak gerekir: amrıl- ‘sakinleşmek’
fiilinin tabanı
*amı- fiilinden türetilen ‘sakin, sessiz’ anlamındaki amıl ~ amal (Gabain 1988,
37 [20 n.]) kelimesinde görüldüğü gibi.
Aral kelimesi Çağatay Türkçesi ile çağdaş şivelerde
de bulunmaktadır: Çağ.
aral ‘ada’ (Seng 36/9); Özb. ârâl ‘ada’, YUyg. aral ‘ada’, Kır. aral
‘ada’, Alt. aral ‘orman; genellikle nehir ve göllerin çevresinde bulunan çalılık’. Klasik sonrası
Çağatay Türkçesinde ‘nehirden ayrılan su kolu’ anlamında bir de
arna (Şeyh Süleyman 1298,
10) kelimesi görülmektedir:
Yemreli, Muz Kömgen nahıyatıda, Çavdur Atalık arnasının
kenarıda mutavattın bolsunlar.
“Yemreli (kabilesi) Muz Kömgen nahiyesinde, Çavdur
(kabilesi) Atalık deresinin kenarında yerleşsinler.” (Fİ 190b/15-16) Söz konusu kelime de
*ar- fiilinin bir türevi olmalıdır. Özbek ağızlarında da aynı anlamda arna kelimesi
bulunmaktadır (Marufov 1981, 54).

Kâşgarî’de arık kelimesinin müteradifi olarak, yani ‘su kanalı, dere’ anlamında, peltek
d ile yazılmış kadag kelimesi de bulunmaktadır: kadag kazturdı ‘su kanalı kazdırdı’ (Kâş
362/2). Bir görüş söz konusu kelimenin eserde yanlış yazıldığını aslının
kudug ‘kuyu’ olması
gerektiğini iddia etmektedir (Clauson 1972, 597b). Ancak Kâşgarî’de on yerde geçen
kudug
ve kuyug kelimeleri daima Arapçada ‘kuyu’ anlamına gelen bi’r (Kâş 212/3, 229/15, 230/9,
240/6, 344/13, 448/11, 496/3, 545/4, 568/6, 636/17) kelimesiyle karşılanmıştır. Hâlbuki
eserde
kadag kelimesine Arapça ‘nehir (Ar. an-nahr) ’, yani ‘su kanalı’ (Kâş 362/2) manasının
verildiği görülmektedir. Bu sebeple biz
kadag kelimesini aynı dönemdeki arıkın benzeri bir
kelime olarak görmek gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü başka tarihî veya çağdaş şivelerde ‘su
kanalı’ manasında
kadag kelimesine rastlanmasa da, Eski Türkçede ‘hendek’ manasında
karım (TT 10: 249), Orta Türkçede de aslen ‘yarık’ demek olan kak (Kâş 407/10) kelimeleri
bulunmaktadır. Bizim düşüncemize göre her üç kelime de ‘kazmak, oymak, yarmak’
manasına geldiğini varsaydığımız
*ka- fiilinden türetilmiş olmalıdır. Yine Eski Türkçeden
beri dilimizde bulunan
kaz- ‘kazmak’ (TT 6: 82) fiili de bize göre *ka- fiilinin türevidir. Şu
hâlde
kadag kelimesi de *ka- fiilinden türetilen ve yine ‘kazmak, oymak’ anlamına gelen
*kad- fiilinin türevi olmalıdır. Kâşgarî’de ‘ağaçtan oyulmuş nesne’ manasına gelen ve peltek
d ile yazılmış olan kadık (Kâş 192/7) kelimesinin varlığı bu görüşümüzü teyit etmektedir.
Yine
kadag kelimesinin Orta Türkçedeki ‘su kanalı’ anlamıyla ilişkili olarak Türkiye
Türkçesinin Niğde ağzında ‘bir değirmeni döndürecek kadar kuvvetle akan su, su arkı’
manasında
kadarak (DS 8: 2589b) kelimesi bulunmaktadır. Moğolcada ‘saplamak, çakmak,
mıhlamak, çivilemek’ anlamlarına gelen
hada- (Lessing v.d. 1995, 902a) fiilini de *kad- fiili
ile ilişkili görmek ihtimal dâhilindedir. Moğolca
hada- fiilinin Türkçe varyantlarına çağdaş
şivelerde bolca rastlanmaktadır: T.H.A.
kada- ‘sıkıştırmak, bağlamak; iki şeyi birbirine çivi
ile iliştirmek’,
kadak ‘ayakkabıların altına çakılan demir çivi, küçük çivi’ (DS 8: 2588-2589);
Azr.
gadag ‘çivi’; Tkm. gadak ‘çivi’; Özb. kada- ‘saplamak, çivilemek’, kadak ‘çivi’; Tat.
kada- ‘saplamak, çakmak, çivilemek’, kadak ‘çivi’; Başk. kazak ‘çivi’; Kzk. kada- ‘saplamak,
çakmak, çivilemek’,
kadak ‘çivi’; Kır. kada- ‘saplamak, sokmak, çivi çakmak’, kadoo ‘at
bağlanacak kazık, çivi’; Tuv.
kada- ‘saplamak, çakmak, çivilemek’, kadag ‘çivi’. Yukarıda
belirtildiği üzere, ilk defa olarak Uygur Türkçesinde geçen ve ‘(kale için) hendek’ manasına
gelen
karım ~ karam (TT 10: 249; Pelliot 1914, 39/4-5), *kar- fiilinden türetilmiş bir
kelimedir:
karım < *ka-r-ı-m. Dolayısıyla o da *ka- fiilinin bir türevidir. Eski Türkçede
‘kazmak, oymak’ manasında
*kar- fiili bulunmasa da, Kâşgarî’de ‘boğmak, tıkamak,
boğulmak, taşmak’ karşılığında
kar- fiili geçmektedir: Er suwka kardı. “Adam suda boğuldu.”
Suw arıktın kardı. “Su arktan taştı.” (Kâş 524/17). Daha sonraki dönemlere ait tarihî şivelerde
de
kar- fiiline nadiren tesadüf edilmektedir: Kıp. kar- ‘suya batmak, dalmak’ (Toparlı v.d.
2007, 126b),
kar- ‘boğazda bir şey kalmak, boğaz tıkanmak’ (Tuh 27a/9); E.A.T. kar- ~ karıl-
‘su, önündeki set dolayısıyla birikip kabarmak’, karmak inmek ‘met cezir olmak’ (TTS 4:
2302- 2318).
Karım kelimesi Orta Türkçe devresinde ‘hendek’ dışında, ‘mezar’ anlamıyla da
karşımıza çıkmaktadır:

Kalı içse suwnı tüketü tükel

Tükedi tiriglik kazıldı karım

(KB 6063)

“(Kim rüyasında bir bardak) suyu tamamen içerse, hayatı tükendi ve mezar kazıldı
(demektir).”

Çağdaş şivelerde de kar- fiili ile türevlerine rastlamaktayız: T.H.A. kar- ‘bendin ya da
arkın suyu çoğalmak, taşmak’,
kargın ‘suların çoğalarak taşmış, kabarmış durumu; erimiş buz
ve kar parçalarının oluşturduğu akarsu; taşmış akarsuların toprak üzerindeki donmuş durumu;
karla karışık yağan yağmur; çağlayan; kaynak; ark, su birikintisi’,
karık ‘bağ ve bahçelerde
sulamak için açılan ince su yolu, ark’,
karım ‘bağın üst tarafına kazılan, yağmur sularını
biriktirmeğe yarayan uzun çukur, ark’ (DS 8: 2659-2665); Azr.
garım ‘çadırın içine su
girmemesi için etrafına kazılan hendek, ark; çeşitli maksatlar için kazılan çukur’; Tkm.
garım
‘hendek’. Moğolcada bulunan haraca ~ haraci ‘donmuş bir nehrin içindeki donmamış su
birikintisi’,
hargi ‘akarsuyun hızla akan yeri’ ve hargil ‘nehirdeki sığ alan’ (Lessing v.d.
1995, 935b-936b) kelimeleri de
kar- fiilinin Moğolca türevleri olmalıdır. Söz konusu
kelimelerden bir kısmı Moğolcadan Türk dilinin Güney Sibirya şivelerine de geçmiştir: Hks.
haraçı ‘(ırmak, göl ve denizde) buzlar arasında donmadan kalan yer’; Şor. karalçı ‘çay, göl ve
denizde buzlar arasında donmamış olarak kalan yer’; Tuv.
haraalça ‘suda donmamış bölüm’.
Kâşgarî’de geçen ve esasen ‘yarılmış, yarık (Ar.
falîk) anlamına gelen kak (Kâş 407/10,
512/16) kelimesi de bize göre
*ka- fiilinden türetilmiş bir kelimedir: erük kakı ‘yarma şeftali
(Ar.
falîku’l-havh) (Kâş 407/11). Kelimenin, hususuyla bıçakla ortadan çizilen, üzeri yarılan
veya dilimlenerek kurutulmaya bırakılan meyve, et v.b. şeyleri ifade etmek maksadıyla
kullanıldığını düşünüyoruz. Nitekim Türkiye Türkçesi ağızlarında
kakla- kelimesi ‘kurutmak
için meyveleri çizmek ya da parçalara ayırmak’ (DS 8: 2604a) manasına gelmektedir. Tabiî
meyve, et gibi şeyler üzerleri yarılarak kurutulmaya bırakıldığı için
kak kelimesi daha bu
dönemde ‘kurutulmuş, kuru’ yan anlamıyla da karşımıza çıkmaktadır:
kak et ‘dilim dilim
edilerek kurutulmuş et (Ar.
al-lahmu’l-kadîd)’ (Kâş 407/11). Kaklar kamug kölerdi. “Kuru
yerler tamamen gölleşti.” (Kâş 99/11, 407/13).
Kak, esasen ‘yarık’ anlamında bir kelime
olduğundan dolayı anlam genişlemesiyle ‘kazılmış veya oyuk yer, çukur’ manasını da ihtiva
etmektedir. Bu sebeple Kâşgarî’de geçen
kak suw (Kâş 512/17) tamlaması ‘su birikintisi, göl
(Ar.
gadîr) ’ manasına gelmektedir. Aynı paraleldeki anlam çeşitliliği kelimenin türevlerinde
de göze çarpmaktadır:
Et kaklandı. “Et kurutuldu.” Suw kaklandı. “Su toplandı.” (Kâş 392/6).
Ol anar et kaklattı. “O ona et kurutturdu.” (Kâş 437/9). Et kaksıdı. “Et kurutuldu.” (Kâş
569/10). Hakaniye Türkçesinden sonraki devrelerde kelimenin ‘kurutulmuş, kuru’ yan
anlamının, ‘yarık, oyuk’ ve buna bağlı olarak genişletilen ‘su birikintisi, suyun toplandığı
çukur’ temel anlamından daha fazla öne çıktığı görülmektedir: Har.
kakla- ‘eti dilimleyerek
kurutmak’ (ME 83/6),
kakşa- ‘dağılmak, parçalanmak’ (Rab 23a/19); Kıp. kak ‘taş üzerinde
olan ve su toplanan göz gibi çukur; pastırma’ (Hayyân 73),
kak ‘dilimlenerek kurutulmuş (Ar.
kadîd) ’ (Tuh 29a/6), kak et ‘dilimlenerek kurutulmuş et (Ar. al-kadîd) ’ (Bul 8/9), kakla- ‘eti
parçalamak’ (Mecm 43a/8),
kakla- ‘kurutmak’ (Tuh30a/12), kakrak ‘ot bitmeyen yer’
(Hayyân 73),
kaksı- ‘kokmak, bozulmak’ (Tuh 18a/13); E.A.T. kak ‘kırlarda içine su biriken
çukur; kurutulmuş meyve ve et’ (TTS 4: 2163-2164),
kak ‘kurutulmuş meyve’: emrûd kakı
‘armut kurusu’ (Evl 3: 69a/32), kakla- ‘kurutmak, pastırma yapmak’, kaklık ‘kırlarda içine su
biriken çukur’ (TTS 4: 2174); Çağ.
kak ‘kurutulmuş’ (Abuşka 313), kak ‘kurutulmuş; çölde
yağmur sularının biriktiği çukur’(Seng 274b/10),
kak ‘güneş ve ateşten kurutulmuş olan,
kupkuru; su toplanacak mahal, mevki; seylâb yağmuru’ (Şeyh Süleyman 1298, 220b). Çağdaş
şivelerde
kak kelimesi ve türevlerindeki anlam çeşitliliği de tarihî şivelere benzer bir seyir
göstermektedir: T.H.A.
kağ ‘dağ yamacı; meyve kurusu’, kah ‘meyve kurusu’, kak ‘meyve
kurusu; dağ ve kayalardaki oyuklarda bulunan su birikintisi; dilim, parça, diş’,
kakı ‘oyularak
kurutulmuş patlıcan’,
kakılcı- ‘kurumak’, kakır ~ kakıt ~ kaklak ‘zayıf, kuru, ince’, kakırca-
‘(yemek) bozulmak’, kakla- ‘kurutmak için meyveleri çizmek, ya da parçalara ayırmak’,
kaklık ‘taş ve ağaç oyuklarındaki su birikintisi, sel yığıntısı, üç dört metre derinliğinde kuyu,
su kaynağı; güneş alan yer; üzerinde meyve kurutulan raf, sergen’,
kakma ‘yokuş, kayalık yer,
sarp kayalar arasında yağmur ve kar görmeyen kuytu yerler’
kakrak ‘çamurlu yollarda
arabaların, hayvanların bıraktığı ayak izleri’,
kaksı- ‘(yiyecek) bozulmak, kokmak’, kaksık
‘bozulmaya başlamış yiyecek’, kakşa- ‘bir şeyin asıl biçimi bozulmak’ (DS 8: 2593-2606);
Tkm.
kak ‘çölde yağmur sularının biriktiği çukur’, kaka- ‘kurumak’, kakadıl- ‘kurutulmak’,
kakaş- ‘kurumak’, kakat- ‘kurutmak’, kakla- ‘eti kemiklerinden ayırmak’, kakmaç
‘dilimlenmiş et’, kakmaçla- ‘dilimlenmek’; YUyg. kak ‘kuru’, kakli- ‘kurutmak’, kakran
‘kurumuş’; Krç.-Blk. kak ‘kurutulmuş et’, kakırak ‘ot bitmeyen taşlık arazi, kurak bölge’,
kakla- ‘et kurutmak’, kaksı- ‘çürümek, küf kokmak’; Tat. kak ‘kuru, kurutulmuş; katı, sert;
pestil’,
kakça ‘kuru’, kakçalan- ‘kurumak, sertleşmek’, kakla- ‘kurutmak’; Kzk. kak ‘su
birikintisi; kurutulmuş meyve’,
kakpış ‘kurutulmuş et’, kakta- ‘ateşte kızartmak, pişirmek; (et
ve meyve için) kurutmak; hayvanın sütünü sonuna kadar sağmak’; Kır.
kak ‘kurutulmuş,
kuru; katı, çorak; çorak yerde kuru bataklık’,
kakır ‘kuru, sulanmayan mahal’; Alt. kak ‘kuru’,
kaksıgan ‘küflenmiş’, kakşa- ‘kurutmak’; Tuv. kak ‘yanık artığı’, kaksı- ‘kokuşmak,
bozulmak’. Kelime Moğolcaya da geçmiştir:
hag ‘yara kabuğu; kepek; tuzlu bataklık, tuzlu
çamur; ağaç üzerindeki yosun’,
hagal- ‘kırmak, ayırmak, kesmek, yarık açmak, ayırıcı bir hat
çizmek’,
hagar- ~ hagara- ‘kırmak, parçalanmış olarak düşmek, çatlamak, yarılmak,
bölünmek, parçalanmak’,
hagas ‘yarı, yarım’, hagasla- ‘yarıya bölmek, ortadan ikiye
ayırmak’,
haki- ‘yara kurumak’, hakir ‘kuru, katı, sıcaktan çatlamış’, hakir- ‘kurutmak’
(Lessing v.d. 1995, 904-916). Verdiğimiz örnekler
kakın anlam çeşitliliği bakımından ilginç
bir kelime olduğunu göstermektedir. Çünkü başlangıçta ‘yarık, oyuk’ anlamına gelen kelime,
bir yandan kurutulmak maksadıyla üzeri çizilmiş veya dilimlenmiş meyve ve et gibi şeyleri
ifade etmekte kullanıldığı için anlam kayması ile ‘kuru, kurutulmuş’ manasını kazanmış, bu
minvalde kelimenin ‘parçalamak, kesmek, bölmek, parçalanmak, ayrılmak’, ‘kurutmak,
kurumak’ ve ‘bozulmak, kokmak, çürümek’ manalarında fiil şekilleri ortaya çıkmış; diğer
yandan da ‘yarık, oyuk, çukur’ manasından hareketle genişletilen ‘su birikintisi, göl, bataklık’
manaları günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir.

Türk dilinde ‘su kanalı, ark, arık’ manasıyla karşımıza çıkan bir kelime de Çağatay
Türkçesinde rastladığımız
ternev kelimesidir: Ergi canûb tarafıda vâkı’ boluptur. Tokuz

terne:v su kirer. Bu ‘acabtur kim bir yerdin hem çıkmas. “İç kalesi güney tarafındadır. Tokuz
kanalından su girer. Bu şaşılacak bir şeydir ki, bir yerden de çıkmaz.” (B-Haydarâbâd 2a/11).
Kâşgarî’de de ‘kaynak, yerden sızan su’ anlamına gelen
ternük (Kâş 266/8) ~ temek (Kâş
411/8, 428/16) kelimesi geçmektedir. Bize göre
ternev kelimesi, ternük kelimesinin daha
sonraki bir devrede ortaya çıkmış bir varyantı olmalıdır. R. Rahmeti Arat da,
ternev ile ternük
kelimeleri arasındaki anlam ilişkisine dikkat çekmektedir (Arat 1987, 2: 653). Ternük
kelimesi, ‘dermek, toplamak’ manasındaki ter- fiilinin türevidir: ternük < ter-i-n-gük. Bu
sebeple kelimenin temel anlamı ‘suyun toplandığı yer’ olması gerekir. Zaten
ternük ten
türetilen
ternüklen- fiili de, Kâşgarî’de ‘(su) toplanmak’ (Kâş 622/8) manasına gelmektedir.
Yine Kâşgarî’de geçen
suf tergeşi ‘dere kollarının toplandığı yer’ (Kâş 231 /11), tergin suw
‘birikmiş su’ (Kâş 222/10) tamlamalarındaki tergeş ve tergin kelimeleri de ter- fiilinin birer
türevidir:
tergeş < ter-i-g+e-ş, tergin < ter-gin. Türkiye Türkçesinin Bitlis ağzında da
şüphesiz
ternev kelimesinin bir varyantı olan ‘su arklarının başlangıç yeri’ anlamında derav
(DS 4: 1431b) kelimesine rastlanmaktadır. TernüKün esas itibariyle ‘suyun toplandığı yer’
anlamında bir kelime olması gerektiğini belirtmiştik. Bu açıdan bakıldığında, Bitlis ağzında
geçen
derav kelimesinin, ternük kelimesiyle aynı anlam ilişkisi içinde olduğu görülmektedir.
Klasik Çağatay Türkçesinde
ternev şeklinde rastladığımız kelimeyi, Şeyh Süleyman’da hem
tarnav, hem de ternev olarak görmekteyiz: tarnav ‘cedvel, arık, mîzâb, abrîz’ (Şeyh Süleyman
1298, 100),
ternev ‘küçük derya, ırmak, çay, arna’ (Şeyh Süleyman 1298, 109). Kelime
çağdaş şivelerde de bulunmaktadır: Tkm.
terna:v ‘oluk, kanal’; Özb. tarnav ‘kanal, ark’.

Kâşgarî’de esasen ‘çukur, oyuk (Ar. al-hufra) ’ demek olan oprı (Kâş 75/8) kelimesi de
‘dere, vadi’ anlamında kullanılmaktadır:
oprı kolı ‘dere kolu (Ar. adudu’l-vâdî) ’ (Kâş 502/9).
Kelimeyi
Kutadgu Bilig’de de ‘dere, vadi’ (KB 21, 69, 96) karşılığında görmekteyiz. Oprı
kelimesi ‘çökmek’ manasındaki *op- fiilinden -r- ettirgenlik ekiyle türetilmiş *opur- fiilinin
bir türevidir:
oprı < *op-u-r-ı, orta hece ünlüsünün düşmesiyle oprı. Eski Türkçede fiilden
isim yapma eki olan
-I, yuvarlak ünlülü fiil tabanlarına da düz şekilde getirilebilmektedir:
kön-i ‘doğru’ (KB 453), tög-i ‘dövülmüş darı’ (TT 7: 14/8), ‘darının kabuğu kırıldıktan sonra
kalan öz’ (Kâş 547/1) gibi. Tabiî
*op- fiilini Eski Türkçede ‘içmek, yutmak’ manasına gelen
op- fiili ile karıştırmamak gerekir. Eski Türkçede ‘çökmek’ anlamında *op- fiili
bulunmamakla birlikte, Türkiye Türkçesinin Mersin ağzında ‘yer altı suları, ya da deprem
nedeniyle toprak çökmek’ anlamına gelen
op- (DS 9: 3285a) fiili ile karşılaşmaktayız. Yine
‘çökmek’ anlamında Türkmen Türkçesinde
op- ve Tatar Türkçesinde up- fiillerine
rastlamaktayız. Tatar Türkçesinde
up- fiilinin edilgen şekli olan ubıl- fiili de ‘(yer) çökmek’
manasına gelmektedir. Tatar Türkçesinde bir de
ubıl- fiilinin türevi olarak ‘çökmüş yer’
manasında
ubılma kelimesi bulunmaktadır. Yeni Uygur Türkçesinde ‘girdap’ manasında
opkun, Tatar Türkçesinde de ‘derin çöküntü, yarık’ manasında upkın kelimelerinin olması
dikkate şayandır. Eski Türkçede
*op- fiili gibi, onun ettirgen şekli olan *opur- fiili de
bulunmamaktadır. Ancak Osmanlı Türkçesi eserlerinde
*obur- fiilinin edilgeni olarak
‘çukurlaşmak, oyulmak, yarılmak’ manasına gelen
obrıl- (TTS 5: 2906-2907, DK-Dresden
30/8, Evl 5: 102a/31) fiili geçmektedir. Aynı fiil Türkiye Türkçesi ağızlarında
obrul- ~
obrula-
şekillerinde görülmekte ve ‘yer kaymak çökmek; yer çöküp koni biçiminde
çukurlaşmak’ (DS 9: 3261a) manalarına gelmektedir. Türkmen Türkçesinde de
obur- ‘oymak,
aşındırmak’ ve
opur- ‘oymak, yıkmak, koparıp almak’ fiilleri bulunmaktadır. Yeni Uygur
Türkçesinde de
opur- ‘delmek, gedik açmak’ fiilini görmekteyiz. Kâşgarî’de ‘derin dere (Ar.
faccu’l-amîk) ’ (Kâş 606/3) anlamına gelen o:rı: kelimesi de oprı kelimesinin şive
farklılığından kaynaklanan bir varyantı olmalıdır:
*opurı > oprı > *obrı > *owrı > o:rı:. Eski
Türçede
*opur- fiilinin türevi olarak *oprug/*obrug kelimesi de bulunmamakla birlikte
Osmanlı sahası eserlerinde ‘çukur, oyuk’ manasında
obruk (TTS 5: 2906) kelimesi bolca
görülmektedir. Mehmed Es’ad Efendi 1725-1732 yılları arasında kaleme aldığı
Lehcetü’l-
lugat
adlı eserinde obruku Arapça vahd ‘basık yer, çukur’ (Mehmed Es’ad 1216, 153)
kelimesi ile tarif etmektedir. Türkiye Türkçesinde de
obruk ‘içinde su biriken çukur yer, tabiî
kuyu’ anlamına gelmektedir. Türkiye Türkçesi ağızlarında görülen
obruk ve varyantlarındaki
anlam çeşitliliği de dikkat çekicidir: T.H.A.
obruk ‘çöken, kayan toprak; küçük çukur; dağlar
ve tepeler arasındaki derin ve büyük çukurlar; yazın bile karı erimeyen yüksek dağlardaki
mağaralar; su biriken oyuk yer, doğal kuyu; çok çamurlu yer, bataklık’,
oburuk ‘köşe,
dönemeç’,
opruk ‘zindan; yokuş; taşlık, kayalık, engebeli yer; dağlar ve tepeler arasındaki
derin ve büyük çukurlar; yazın bile karı erimeyen yüksek dağlardaki mağaralar; su biriken
oyuk yer; ovalarda akarsuların içine akıp kayboldukları delikler; su biriken oyuk yer, doğal
kuyu; volkanik kuyu’,
orbuk ‘çam ormanı; ormanın kuytu yeri; toprağın çökmesi nedeniyle
oluşan delik; çayın oyduğu yer; hendek; yer üstü sularının içinde kaybolduğu doğal oyuklar;
su biriken oyuk yer, doğal kuyu; ovalarda doğal çukurlara yağmur sularının dolmasıyla oluşan
göl’ (DS 9: 3261-3287). Türkiye Türkçesi ağızlarında
obur- fiilinin türevi olarak bir de obram
‘su çerisi, burgaç; bataklık’ (DS 9: 3260b) kelimesine tesadüf ediyoruz. Kâşgarî’de görülen
‘dağ dönemeci’ manasındaki
owrug ve ogrug kelimeleri de bizce *obrug kelimesinin birer
varyantı olmalıdır:
owrug ‘dağ dönemeci ve onun bittiği yer (Ar. va ciz’u külli cabalin va
munkata’uhu)
(Kâş. 71/17); ogrug ‘derenin, vadinin dönemeci (Ar. ciz’u’l-vâdî)’ (Kâş
61/17),
tag ogrugı ‘dağ dönemecinin bittiği yer (Ar. munkata’u’l-cabal)’ (Kâş 62/1), kuyı
ogrugı
(Metinde ogragı) ‘derenin, vadinin dibi’ (Kâş 472/9). Türkiye Türkçesinin Denizli
ağzında ‘köşe, dönemeç’ anlamında
oburuk (DS 9: 3261b) kelimesine rastlanmasını owrug ~
ogrug un
kökeninin *obrug a dayandığının bir işareti olarak görüyoruz. Ancak bir görüş
bahse konu kelimelerin Kâşgarî’de ‘kemiği ek yerinden ayırmak, çıkarmak’ manasına gelen
ogur- (Kâş 99/2) fiilinin türevleri olduğunu iddia etmektedir (Clauson 1972, 90b). Bize göre
bu görüş, sadece Kâşgarî’deki ‘boyun omurgası (Ar.
al-fahka) anlamındaki ogrug (Metinde
agrug) (Kâş 61/17) ile ‘kemiğin eklem yerleri (Ar. mafsil kulli azmin) demek olan ogrug >
owrug
(Kâş 71/16-17) kelimeleri için doğrudur. Yukarıda zikrettiğimiz ‘dağ dönemeci’
manasındaki
owrug > ogrug kelimelerini ise biz diğerleriyle eş sesli kelimeler olarak kabul
ediyoruz. Dolayısıyla bu kelimeler bizim görüşümüze göre
ogur- fiilinin türevleri değil,
*opur- fiilinin türevleridir: *op-u-r-u-g > *obrug > owrug > ogrug. Bu etimolojik izahta
bilhassa
-b->-w->-g- ses değişmelerine dikkat çekmek istiyoruz. Eski ve Orta Türkçe
devrelerinde
-b->-v-, -w- değişikliği bilinen bir hususiyettir: kapşur- > kabşur- > kavşur-
‘katlamak’, yabız > yawuz ‘kötü’ gibi. Bu sebeple *obrug kelimesinin Orta Türkçede owrug
şeklinde karşımıza çıkması ses değişikliği bakımından tabiî bir süreçtir. Ancak -v-, -w- >-g-
değişikliği Eski ve Orta Türkçe devrelerinde görülebilen bir özellik değildir. Biz bu ses
değişikliğinin ‘kemiğin eklem yerleri’ manasındaki
ogrug kelimesi ile ‘dağ dönemeci’
manasındaki
owrug kelimesi arasında analojik bir etkiden kaynaklandığını düşünüyoruz. Yani
Kâşgarî’de geçen, ‘kemiğin eklem yerleri’ demek olan ogrug’un
owrug varyantı ile ‘dağ
dönemeci’ anlamındaki
owrug'un ogrug veryantı birer analoji hâdisesidir. Zaten Kâşgarî de,
bu analojik etkiden olsa gerek, söz konusu kelimelerin hepsini aynı kökenden geldiğini
sandığı için
owrug ve ogrug şekillerinden en doğrusunun ogrug olduğunu ifade etmektedir
(Kâş 71/16-72/1). Orta Türkçedeki
owrug ve ogrug kelimelerinin bezer anlamlarının bugün
Tuva Türkçesinde hâlâ yaşıyor olması da bu görüşümüzü teyit etmektedir:
oorug (< ogrug <
owrug < *obrug)
‘nehrin ağzındaki uçurum’, ooruk (< ogrug) ‘köprücük kemiği; kırık, parça’
(Clauson 1972, 90b). Kâşgarî’de ‘çukur (Ar.
al-hufra) ’ manasıyla geçen o:ru: (Kâş56/11-12)
kelimesi de bize göre
owrug > ogrug kelimelerinin aynı dönemde oluşmuş şive farklılığından
kaynaklanan bir varyantı olmalıdır:
*obrug > owrug > o:ru:. Oru kelimesi Kutadgu Bilig’de
‘zindan’ anlamına gelmektedir:
İsizig ya çogda oruda kerek “Kötüyü ya zincirlemek, ya da
zindana koymak gerek” (KB 5549). Hakaniye Türkçesinden sonraki tarihî şivelerde de
oru ve
varyantlarına rastlamaktayız: Kıp.
or ‘(kale için) hendek’ (CC 160/27 l.), or ‘hendek ve su
yolu’ (Hayyân 9),
oru ‘tahıl ve hububatın depolandığı kuyu (Ar. al-matmûra) (Hayyân 10),
oru ‘kuyu’ (Tuh 12a/2); Osm. or ‘hendek’ (TTS 5: 3004), oru ‘hendek’ (TTS 5: 3017); Çağ.
or ‘hendek, şehir ve kale viranesi’, ora ‘tahıl kuyusu’ (Abuşka 99), ora ‘kazılan mahzen,
yerden kazma ambar’ (Şeyh Süleyman 1298, 28b, 32a),
oru ‘tahıl ve hububatın depolandığı
kuyu (Far.
çâh-ı galla) ’ (Seng 71b/7), oru ‘ziraat için saklanmakta olan tohumun muhafazası
için kazılan yer’ (Şeyh Süleyman 1298, 31a). Çağdaş şivelerde de kelime benzer anlamlarda
görülmektedir: T.H.A.
or ‘hendek’; Tat. ur ‘hendek’; YUyg. or ~ ora ‘çukur, kuyu’; Kzk. or
‘derin çukur, hendek, siper’; Kır. or ‘çukur, hendek’, oro ~ oroo ‘hububat muhafaza etmek
için çukur’; Hks.
ora ~ orı ‘ambar, bodrum, kiler, çadırda patates saklamak için açılmış
çukur’; Şor.
ora ‘kışın soğuktan korumak amacıyla bahçe bitkilerinin konulduğu derin
olmayan çukur; yar; dere’. Kâşgarî’de
*op- fiilinin türevi olarak gördüğümüz bir diğer kelime
de ‘katı, sert yer (Ar.
kulli galzu mine’l-arz) anlamındaki obuz (Kâş 39/11) kelimesidir: oy
obuz
‘basık ve yüksek yer (Ar. gâ’it vafadfad) (Kâş 39/11); oy obuzlugyer ‘sert ve engebeli
yer (Ar.
gitân ve huzûna)’ (Kâş 84/17). Osmanlı Türkçesinde de karşımıza çıkan obuz
kelimesine Mütercim Âsım, Arapça al-fa’v kelimesinin karşılığı olarak ‘derenin sıkışık,
daracık yeri’ anlamını vermiştir:
Derenin şol sıkı daracık yerine denir ki ötesi yayvanlık ola,
Türkîde obuz ta’bîr olunur.
(TTS 5: 2907). Arapça al-fa’v kelimesine Ahter-i Kebîr'de de ‘iki
dağ aralığı’ karşılığı verilmektedir (Aht 109). Türkiye Türkçesi ağızlarında
obuz ‘su kaynağı;
akarsulardan oluşan küçük derecikler; iki derenin birleştiği dar yer; çay ve ırmakların geçtiği
dar boğaz, iki sırt arasındaki çukur; suların oyarak yaptığı ufak çukur’ (DS 9: 3261b)
manalarına gelmektedir. Yine ağızlarda obuz’un varyantı olduğunu düşündüğümüz
obur
‘evcil hayvanların geceledikleri çevresi çitsiz, duvarsız kuytu yer’ (DS 9: 3261b) kelimesini
görüyoruz. Kıpçak Türkçesinde de
obuz kelimesiyle ilişkili olarak obur ‘oyuk, ve çukur yer
(?)’ (Tuh 26b/7) kelimesi bulunmaktadır. Birbirine yakın manalarda hem Türkiye Türkçesi
ağızlarında, hem de Kıpçak Türkçesinde
obur ve obuz kelimelerine rastlanmasını biz, r ~ z
nöbetleşmesi olarak değerlendiriyoruz. Umumî Türk dilindeki z sesine karşılık Çuvaşçada r
sesinin bulunmasına yönelik olarak 19. yüzyılın ortalarında başlayan “Türk dilinde r’leşme
(Rothacism) mi daha eksidir, yoksa z’leşme (Zetacism) mi?” tartışmasını bir yana bırakacak
olursak, Türk dilinin şivelerinde
r ~ z nöbetleşmesi olduğundan bahsedebiliriz. Bu durum
bazen tarihî şivelerde aynı eserde müşahede edilmektedir. Meselâ Eski Türkçede ‘kök’
anlamına gelen
yıltız (Mayt 4/13, 18) kelimesi, Orta Türkçede de yıldız (KB-Fergana 132/3,
162/5, 317/12, 422/8, 432/14; KB-Mısır 82/14, 111/11, 262/1, 353/10, 362/11; Kâş 461/15,
16; 492/12) şeklinde bulunmasına rağmen, bir Çağatay Türkçesi eseri olan
Bâburnâme'mn
Haydarâbâd nüshasında daima ıldır (B-Haydarâbâd 250a/9, 284a/5, 286b/6, 288a/9) şeklinde,

Elphinstone nüshasında ise bir defa ıldır (B-Elphinstone 204a), üç defa da ıldız (B-
Elphinstone 235b, 238a, 240a) şeklinde geçmektedir. S.G. Clauson tarafından
ıldız (Clauson
1968, 43) şeklinde okunmakla birlikte, kelimenin
Senglâhta da ıldır (Seng 112b/24) şeklinde
olduğu açıkça görülmektedir. Yine
Mukaddimetü’l-edebde ‘ibret, ders’ manasında oruk ve
ozuk (ME132/4, 132/5) ile ‘sınır, had; ölçü; hedef manalarında oruk ve ozuk (ME 18/8, 23/3,
38/1, 158/5, 191/3, 198/6, 203/5, 205/5) kelimelerine rastlanmaktadır.

Türk dilinin tarihî şivelerinde ‘ırmak, dere, vadi’ karşılığında kullanılan kelimeler
yanında, ‘nehir kolu’ manasında da birkaç kelimeye tesadüf edilmektedir. Kâşgarî’de geçen
özüg suw (Kâş 48/8) tamlamasının, klasik sonrası Çağatay Türkçesinde görülen arna
kelimesinin ‘nehir kolu’ manasına geldiğini yukarıda temas etmiştik. Kâşgarî’de ‘nehir kolu’
manasında tespit ettiğimiz başka kelimeler de bulunmaktadır. Bunlardan
tamga kelimesine
Kâşgarî’de ‘denize, göle veya ırmağa dökülen su kolu’ (Kâş 213/16-17) manası verilmektedir:
Tamga suwı taşra çıkıp tagıg öter “Nehir kolu dışarıya çıkarak dağı geçer” (Kâş 214/1).
Tamga, ‘damlamak’ anlamındaki tam- fiilinden +gA fiilden isim yapma ekiyle türetilmiş bir
kelimedir:
Suw tamdı “Su damladı” (Kâş 277/12). Diğer bir kelime olan tarım da ‘göllere ve
çöllere dökülen nehir kolu’ (Kâş 199/16) manasına gelmektedir.
Tarım kelimesi, tar- fiilinin
bir türevidir. Kâşgarî’ye göre
tar- fiili esasen ‘ayırmak’ manasına gelmektedir: tardı ‘bir şeyi
ayırdı (Ar.
tafrîku’ş-şey’)’ (Kâş 559/3). Ancak kelime daha bu devrede tara- (Kâş 559/1-2)
varyantı ile birlikte ‘dağıtmak, taramak, kazımak, tırmalamak, tırmıklamak’ yan anlamlarını
da kazanmıştır. Dolayısıyla
tarım, yukarıda zikrettiğimiz arık ve karım kelimeleri gibi aslen
‘kazılmış yer, yarık, çukur, hendek’ manalarında bir kelime olmalıdır. Kelime daha sonra
anlam genişlemesiyle ‘nehir kolu’ manasını kazanmıştır.
Tarımcın esasen ‘kazılmış yer, yarık’
manasında bir kelime olduğunu türevlerinden de anlayabilmekteyiz. Meselâ
tarım
kelimesinden +A- isimden fiil yapma ekiyle türetilen tarma- (<tar-ı-m+a-) fiili Kâşgarî’de
‘tırmalamak’ (Kâş 444/11) manasına gelmektedir. Yine
tarma- fiilinden +k fiilden isim
yapma eki ile türetilmiş olan
tarmak da ‘yırtıcı hayvan pençesi (Ar. mihlâb)’ (Kâş 235/14)
demektir. Kâşgarî’de aynı kelimenin türevi olarak geçen
tarmaklan- fiili ise ‘kol kol kuş
pençesi gibi akın etmek’, ‘(kuş için) pençe sahibi olmak’ anlamları yanında, ‘(su için ) kollara
ayrılmak’ (Kâş 403/14-17) karşılığında da kullanılmaktadır. Kâşgarî’de yine
tarım
kelimesinden türetilmiş bir kelime olan tarmutlan- fiili de tarmaklan- gibi (su için) kollara
ayrılmak’ manasına gelmektedir:
Suw tarmutlandı “Su kollara ayrıldı.” (Kâş 402/1).
Tarmutlan- fiilinin isim tabanı olan ‘dağlardaki dereler ve vadiler’ anlamındaki tarmut (Kâş
227/1) kelimesi ise tarım’dan
+t çokluk ekiyle türetilmiş bir kelime olmalıdır (Erdal 1991,1:
82-83). Kâşgarî’de ‘suyun kollara ayrılması’
butıklan- fiili ile de ifade edilmektedir: Suw
butıklandı
“Su kollara ayrıldı.” (Kâş 399/1). Esasen ‘ağaç dalı’ demek olan butık/butak (Kâş
189/13, 17), ‘budamak’ anlamındaki
butı- fiilinin türevidir.

Türk dilinin tarihî şivelerinde asıl anlamları ‘kazılmış yer, oyuk, çukur, hendek’ olan
arık (Kâş 45/6), arku (Hüen-ts 5: 8/7; Gabain 1988, 261), kadak (Kâş 362/2), karım (TT 10:
249),
kuy (Kâş 472/9) oprı (Kâş 75/8, 502/9), tarım (Kâş 199/16) gibi kelimelerden her
birinin ‘dere, vadi’ anlamını da kazanması lengüistik açıdan dikkate şayandır. Bir Uygur
metninde de yağmur sularının toplanması için kuyu, pınar ve derelerin kazılmasından söz
edilmektedir:
Yagmur yagıdguga körser, edgü; kudug kazsar, bulak, ögen kazsar, edgü; bu ırk
tüz ol
“(Biri) yağmur yağması için (kâhine) danışsa, iyidir; kuyu, pınar, dere kazsa, iyidir; bu
kehanet doğrudur.” (TT 7: 29/1-3) Türk dilinin bazı şive ve lehçelerinde de, aslen ‘çukur’
anlamına gelmemekle birlikte bazı kelimeler ‘dere, vadi’ anlamından genişletilerek ‘çukur’
karşılığında kullanılmaktadır. Bazılarında ise birinde ‘çukur’ karşılığında kullanılan,
diğerinde ‘dere’ manasına gelmektedir: T.H.A.
özen ‘çukur, dere’; Özb. özan ‘çukur, dere’;
Hks.
özön ‘çukur’; Alt. özön ‘nehrin kolu’; Çuv. var <öz ‘çukur, dere’ gibi. Tabiî vadi ve
dereler anlam bakımından uçurum gibi dik ve sarp yerleri de çağrıştırmaktadır (Aksan 1982,
3: 176). Nitekim Kâşgarî, asıl anlamı ‘arka, sırt’ olan
sırt kelimesini Oğuzların ‘bayır ve
küçük dere (Ar.
tul’a va vâdî sagîr)’ (Kâş 172/12-13) karşılığında kullandıklarını ifade
etmektedir.

Kâşgarî’ye göre Oğuzların ‘dere, vadi’ anlamını verdikleri bir diğer kelime de
sıgra'dır. Oğuzlar bu kelimeyi bilhassa ‘iki dağın arasındaki dere, vadi (Ar. al-fac va’l-vâdî) ’
(Kâş 212/12) karşılığında kullanmaktadırlar. Sıgra kelimesi ‘arasına sıkıştırmak’ manasına
gelen
sıgur- (Kâş 310/1) fiilinin türevi olmalıdır: sıgra < sıg-ur-a, orta hece ünlüsünün
düşmesiyle
sıgra. Kıpçak Türkçesinde ‘iki parmak arası’ demek olan sıgrak (Hayyân 58)
kelimesinin varlığı, her iki kelimenin
sıgur- fiilinin türevi olduğu görüşünü teyit etmektedir.

Kâşgarî’de, özük suw ‘nehir kolu’ (Kâş 48/8), kak suw ‘göl, su birikintisi’ (Kâş
512/17) gibi,
suw kelimesi ile yapılmış birkaç tamlamaya daha rastlamaktayız: batruş suw,
ergüz suf, irkin suw, köl suw, sayram suw, tergin suw.
Bu yapıların sıfat tamlaması şeklinde
oluşturuldukları görülmektedir. Hâlbuki daha eski bir devreye ait Uygur Türkçesi
metinlerinde geçen
köne suwı ‘cıva’ (H 1: 108) ile, yine Kâşgarî’deki tamga suwı (Kâş 214/1)
tamlamaları belirsiz isim tamlaması ile oluşturulmuş yapılardır. Kâşgarî’deki bu hususiyetin
batruş, ergüz, irkin, sayram, tergin gibi kelimelerin sıfat olarak kullanılmasından
kaynaklandığı anlaşılıyor. Fakat
suw kelimesiyle sıfat tamlaması şeklinde oluşturulan birleşik
yapıların bu özelliğinin, analojik etkiden dolayı
köl ve özük gibi sıfat olarak kullanılmayan
kelimelere de yansıtılmış olduğu ortaya çıkmaktadır. Söz konusu birleşik yapılardan
batruş
suw
‘bulanık, çamurlu su’ (Kâş 231/8) manasına gelen bir kelimedir. Batruş kelimesinin de
batur- fiilinin türevi olduğu açıktır. Ergüz suf tamlaması Kâşgarî’de ‘ilk bahara doğru karların
ve buzların erimesinden hâsıl olan su’ (Kâş 60/15) manasına gelmektedir.
Ergüz kelimesi
kanaatimizce ‘eritmek’ manasındaki
ergür- (Kâş 121/3) fiilinin isim hâlidir. Ergür- ‘eritmek’
fiili de
erü- ‘erimek’ fiilinden -gUr- ettirgenlik ekiyle türetilmiş bir kelimedir: ergür- < erü-
gür-.
Türk dilinde sadece fiiller (ergürergüz- ‘eritmek’) ve isimler (ıldır ~ ıldız ‘kök’)
arasında değil, aynı zamanda aynı kökene mensup fiil ve isimler arasında, fiilden isme geçişte
(
semri-/semir- ~ semiz, kör- ~ köz) r ~ z nöbetleşmesine tanık olmaktayız. Benzer
nöbetleşmeyi yapım ve çekim eklerinde de görmekteyiz:
-gUr- (tir-gür-‘diriltmek’) —gUz-
(tir-güz-
‘diriltmek’), -r- (tut-u-r- ‘emretmek’) —z- (tut-u-z- ‘emanet etmek, emretmek’);
+sXrA- (il+sire- ‘ilsiz, ülkesiz kılmak’) ~ +sXz (ög+süz ‘anasız’); -Ur, -r (ti-y-ür, ti-r ‘der’) ~
-mA-z (ti-me-z ‘demez’). İrkin suw yukarıda zikrettiğimiz tergin suw gibi ‘toplanmış su’
manasına gelen bir tamlamadır. Kâşgarî her toplanmış şeyin
irkin kelimesi ile karşılandığını,
hattâ Karluk büyüklerine ‘akılları göl gibi toplanmış’ manasına
köl irkin dendiğini
belirtmektedir. Kâşgarî’de ‘günlerce süren yağmur’a da
irkin yagmur (Kâş 67/1-3) adı
verilmektedir.
İrkin kelimesi, ‘toplamak, biriktirmek’ manasındaki irk- (Kâş 626/9-10) fiilinin
türevidir.
İrk- fiilinin Uygur Türkçesinde görülen idi- ‘toplamak, biriktirmek’ (AY627/17)
fiili ile ilişkili olduğunu düşünüyoruz. Bize göre yukarıda bahsettiğimiz
r ~ z nöbetleşmesi bu
kelime için de geçerlidir:
idi- < *idi*iri-. Tarihî şivelerden Kıpçak ve Osmanlı sahası
eserlerinde de
irk- fiiline rastlanmaktadır: Kıp. irk- ‘toplamak’ (Hayyân 11); irk- ‘toplamak,
yığmak’ (TTS 3: 2094-2095),
irkil- ‘toplanmak, yığılmak’ (TTS 3: 2093-2094). Türkiye
Türkçesi ağızlarında da
irkin kelimesinin varyantlarını görmekteyiz: irkinti ~ ilkinti ~ irkilti
‘birikinti, toplantı’ (DS 7: 2552b). Sayram suw tamlaması ise Kâşgarî’de ‘sığ su’ (Kâş
522/15) manasına gelmektedir. Hakaniye Türkçesi dışında, Türk dilinin tarihî ve çağdaş
şiveleri içinde bir tek Hakas Türkçesinde
sayram (Gürsoy Naskali v.d. 2007, 429a)
kelimesine rastlamaktayız. Söz konusu şivede ayrıca bu kelimenin varyantları olan, yine ‘sığ’
manasında
saalah ve sayrah kelimeleri bulunmaktadır. Hakas Türkçesinde sayra- fiili de
‘karaya oturmak’ manasına gelmektedir. Şor Türkçesinde de ‘sığ’ anlamında
sayran
kelimesini görüyoruz. Yine Kırgız Türkçesinde ‘nehrin sığ yeri’ manasında sayroon kelimesi
mevcuttur. Bir görüş
sayramseyrem şeklinde okuyarak menşeini sedre- > seyre- ‘incelmek,
seyrekleşmek’ fiiline bağlasa da (Clauson 1972, 859), bahse konu kelimenin kökeni, hiç
şüphesiz, Uygur Türkçesinde ‘düz, basık yer, sığ’ manaları yanında, ‘çöl, taşlık, bozkır’
manalarına da gelen
say (TT 7: 428) kelimesidir. Kelime Codex Cumanicus\a da ‘sığ’ (CC
115/33 1) manasıyla geçmektedir. Kâşgarî’de say’ı sadece ‘taşlık yer’ karşılığında
görmekteyiz. Kaşârî’de ayrıca kelimenin ‘yer taşlı olmak’ anlamında
saygır- ve sayık-
şeklinde görülen fiilleri de bulunmaktadır. Osmanlı sahası eserlerinde say kelimesi, ‘cilâlı,
parlak’ (DK 254/13) ve ‘dibi yere gömülü kaygan kaya’ (TTS 5: 3348, ) manalarıyla
karşımıza çıkmaktadır. Çağatay sözlüklerinde ise kelimeye ‘nehir’ manası verilmektedir:
say
‘suyu az olan nehir (Far. rûd-i kem-âb)’ (Seng 238a/12), ‘nehir, ırmak, çay, büyük akarsu,
dereden gelen âb-ı revân’ (Şeyh Süleyman 1298, 184a). Bugün bazı çağdaş şivelerde de
say,
‘sığ’ manasına gelmektedir: Tkm. say ‘sığ’; Krç.-Blk. say ‘sığ yer’, sayı ‘sığ yer’; Tat. say
‘sığ yer’; Kır. say ‘nehir yatağı’; Hks. say ‘sığ, sığlık’. Tabiî kelimenin tarihî şivelerde
karşılaştığımız anlamlarının benzerlerini çağdaş şivelerde de görmekteyiz: T.H.A.
say ‘düz
tabaka biçiminde ince yassı taş; iri büyük kaya; dik kayalık, taşlık yer; ekime elverişsiz,
altında taş, kum ve kil tabakası bulunan toprak; kır, düz olmayan yerler; alçı taşı; akarsu
kıyılarında, üstünde giysi yıkanan büyük, düz taş; su kaynağı, pınar’; Alt.
say ‘çakıl taşı, taş,
tebeşir’; Hks.
say ‘çakıl taşı; küçük, ufak, minik’; Şor. ‘çakıl taşı’; Tuv. say ‘çakıl taşı’.
Çağatay Türkçesinde ‘saf, pürüzsüz, düz, parlak, şeffaf’ manalarında bir de
saydam
kelimesine tesadüf ediyoruz: saydam ‘saf, düz, eşit, denk, pürüzsüz, parlak (Far. sâf, hamvâr,
amlas)’
(Seng 238a/20), ‘arı, temiz, sâf, pâkize, göz taşı, şeffaf, cilâlı, parlak, musaykal’
(Şeyh Süleyman 1298, 184a). Bizce bu kelime de
say kelimesinin bir türevi olmalıdır: saydam

< say+dam (er+dem ‘güç, yiğitlik, erdem’, tenri+dem ‘ilâhî’, kün+dem ‘güneşli’
kelimelerinde olduğu gibi). Hakaniye Türkçesinde
suw kelimesi ile oluşturulan birleşik
yapılardan biri de
akar suw tamlamasıdır. Kâşgarî’de görülmemekle birlikte Kutadgu Bilig’de
altı defa geçmektedir:

Akar suw teg ol bu tilin edgü söz
Kayuka bu aksa çiçek öndi tüz

(KB 2688)

“Bu dille (söylenen) iyi söz akarsu gibidir; nereye akarsa (orada) çiçek açar.”

Görüldüğü üzere Kutadgu Bilig’de geçen akar suw ile Türkiye Türkçesindeki akarsu
arasında anlam yönünden hiçbir fark yoktur. Her ikisi de nehir, çay, dere gibi bir yöne doğru
akan her çeşit su kavramını karşılamaktadır.

Kök Türk kitâbelerinde geçen yer sub ikilemesi, yer ve suda bulunduğuna inanılan
ruhları ifade etmektedir:
T(e)nri Um(a)y ıduk Y(e)r Sub b(a)sa b(e)rti (e)r(i)nç “Tanrı Umay,
kutsal Yer Su bize yardımcı oluverdiler.” (T 38) Türkler kutsal saydıkları yer ve su
ruhlarından dolayı, yeri (dağ, ova ve yaylaları) ve suyu (deniz, göl ve akarsuları) da eş
değerde kutsal unsurlar olarak gördüklerinden olsa gerek, dünya, ülke, memleket ve vatan
kavramlarını bu iki unsuru bir arada zikrederek zihinlerinde oluşturmuşlardır:
(E)çüm(i)z
(a)pam(ı)z tutm(ı)ş yir sub idis(i)z bolm(a)zun tiy(i)n (A)z bod(u)n(u)g it(i)p y(a)r[(a)t(ı)p...]
“Atalarımızın tutmuş olduğu vatan sahipsiz kalmasın diye Az halkını düzene sokup...” (KT-
D 19) Bir Uygur metninde de
yer suv ikilemesi ‘dünya’ karşılığında kullanılmaktadır: yir
suvdakı tınlıglar
‘dünyadaki yaratıklar’ (Mayt 38/33-34). Uygur Türkçesinden sonraki tarihî
dönemlerde
yer suv ikilemesine nadiren rastlanmaktadır. Altın Orda hükümdarı Temir Kutluk
(1397-1400)’a ait 1397 tarihinde yazılmış bir
yarlıkta yer suw (TKY 26, 28), ‘çiftçilik ve
hayvancılık yapılabilecek toprak, arazi’ manasıyla geçmektedir. Çağdaş şivelerde çeşitli şekil
ve anlamlarda karşımıza çıkan
yer sub ~ yer suv, bazı şivelerde Eski Türkçedeki gibi vatan ve
memleket kavramlarını da ifade etmektedir: Kar.
yer-suv ‘vatan, anavatan’; Tat. cir-su ‘yer ve
su’; KKlp.
cer-suv ‘vatan’; Kzk. jer-su ‘orman, dağ, ırmak; insanın doğup büyüdüğü ülke,
vatan’; Kır.
cer-suu ‘üzerinde çiftçilik veya hayvancılık yapılabilecek toprak; Yer Su tanrısı’;
Alt.
d’er-su ‘Şaman inançlarında yerin üstün yaşayan yer ve su ruhları’; Hks. çir-suu ‘vatan,
memleket’,
ada çir-suu ‘anavatan’.

Kök Türk kitâbelerinde sub kelimesi, sju:bj (T27, KT-D 27, IrkB 17), otj sju:bj (BK-
D 22),
y2er2 sju:bj (BK-D 35) örneklerinde olduğu gibi kalın s (sj) ile, bazen de y2(e)r2 s2u:bj
(T 38) örneğindeki gibi ince s (s2) ile yazılmaktadır. Ancak sondaki b harfi daima kalın b
(b/dir. Bu durum kelimenin kalın ünlü sırasında olduğunu göstermektedir. Kök Türklerden
farklı bir alfabe kullanılan Uygur yazmalarında kitâbelerdeki
sub kelimesinin suv şekline
dönüştüğünü görmekteyiz. Yazmalarda kelimenin transliterasyonu şöyledir: SWV (İKP XVII
4, 6). 13. yüzyılda yazıya geçirilmiş bir Uygur metni olan
Oğuz Kağan destanında ise
kelimenin yazılışı
sug şeklindedir: İdilnin sugıdın neçük keçer biz “İtil’in suyunu nasıl
geçeriz.” (OK 205) Uygur Türkçesindeki
suv kelimesinin sonundaki v sesi, Hakaniye ve
Harezm Türkçesi eserlerinde Arap yazısında bulunan ^ veya harfiyle yazılmaktadır. Bu
dönem metinlerinde ^ şeklinde yazılan harf, Kâşgarî’ye göre
b ve / arası söylenen bir sesi
karşılamaktadır (Kâş 26/17-27/2). Bu ses bazen J harfiyle de yazıldığı için o dönemdeki
imlâyı göstermek bakımından her iki yazılışı da makalemizde gösterdik. Şu hâlde su kelimesi
bu devre eserlerinde hem
suw (Kaş 186/1, KB-Mısır 105/1, MM 6a/7), hem de suf (Kâş
60/15, KB-Fergana 155/10, Rab 146b/8,) yazılışıyla karşımıza çıkmaktadır. Ancak bir yerde
kelimenin
su (MM 16b/6) şeklinde yazıldığını da görmekteyiz. Kıpçak sahasında yazılmış
eserlerde ise kelime
suv, suf ve su yazılışlarıyla geçmektedir. Meselâ, 14. yüzyılda Gotik
harflerle yazılan
Codex Cumanicus\a kelimenin yalın hâlde iken su şeklinde yazıldığı, ancak
ünlü ile başlayan bir ek aldığında bünyesindeki
v sesinin tekrar ortaya çıktığı görülmektedir:
çokrak suvu ‘kaynak suyu’ (CC 149/3). Memlûk sahasında yazılmış Kıpçak Türkçesi
eserlerinde ise kelime
suv (GT 43/11, 278/9, Kav 40/3, Dür 4a/3, İrş 302a/1), suf (İrş 144a/7)
ve
su (Hayyâm 55, Tuh 35a/5, Mecm 7a/10) yazılışlarıyla geçmektedir. Çağatay ve Osmanlı
sahası eserlerinde ise yalın hâlde iken yine
su şeklinde olan kelime, ünlüyle başlayan ek
aldığında ise bünyesindeki
v sesini y’ye dönüştürmektedir. Çağ. su (SD 502), çay suyı (SD
282); Osm.
su (DK-Dresden 24/10), suyı (DK-Dresden239/11). Çağdaş şive ve lehçelere
baktığımızda ise su kelimesinin Eski Türkçedeki
sub ve suv, Orta Türkçedeki suw
şekillerindeki b, v, w seslerinin bazılarında v sesi ile korunduğunu (Hal. suv, Tkm. suv, Özb.
suv, Kar. suv, Krç.-Blk. suv, Kum. suv, Tat. sıv, Başk. hıv, K.Kalp. suv, Kzk. suv, Nog. suv,
Çuv. şıv), bazılarında 13. yüzyıl Uygur Türkçesiyle yazılmış Oğuz Kağan destanında da
gördüğümüz
g sesinin bulunduğunu ( Hks. sug, Şor. sug, Tuv. sug), bazılarında v veya w
sesinin eriyerek uzun u: sesine dönüştüğünü (Kır. su:, Alt. su:, Yak. u:), bazılarında da bu
sesin tamamen düştüğünü (T.T.
su, Gag. su, Azr. su, Krm. su, YUyg. su, Çuv. şu)
görmekteyiz. Tabiî, verdiğimiz örneklerde görüldüğü üzere, bu ses değişmelerine ilâve olarak
Eski Türkçedeki
sub ~ suv kelimesinin başında bulunan s sesi de, Başkurt Türkçesinde h,
Türkmen Türkçesinde peltek s, Çuvaşçada da ş seslerine dönüşmektedir. Yakutçada ise
tamamen ortadan kalkmaktadır.

Su, Türkçenin menşei tam olarak bilinemeyen kelimelerinden biridir. Altay dil birliği
çerçevesinde köken bilimine katkı sağlayan bir görüş, su kelimesinin menşeini Altaycaya
dayandırmaktadır. Bu görüşe göre Altaycada ‘su’ manasına geldiği farz edilen
*siuba
kelimesi Ön Moğolcaya *usu, Ön Türkçeye de *sıb şeklinde geçmiştir. Dolayısıyla bu görüşe
göre ‘su’ manasına gelen Moğolca
usun ve Türkçe su kelimeleri aynı kökene dayanmaktadır
(Starostin v.d. 2003, 2: 1285-1286).

Su kelimesinin Eski Türkçeden itibaren birçok türevine tesadüf etmekteyiz. Meselâ
Bilge Kağan kitabesinde geçen subs(u)z kelimesinin asıl anlamı ‘susuz’ olmakla birlikte,
metnin geçtiği bağlamdan söz konusu kelime ile ‘susuz’, yani ‘çorak arazi’nin kastedildiği
anlaşılmaktadır:
...tünli künli yiti öd(ü)şke subs(u)z k(e)çd(i)m “...geceli gündüzlü yedi
vakitte susuz (araziyi) geçtim.” (BK-GD) Uygur metinlerinde
suv kelimesinden +A eki ile
türetilen
suva- fiili, ‘sulamak’ (İKP I 3) anlamına gelmektedir. Kâşgarî’de de bahse konu fiil
suwa- şeklinde ve aynı manada geçmektedir:

Öndün nelük yalwarmadın kaç kata berdin tawar
Tulumlug bolup katındın kanıg emdi yer suwar
“O kadar mal vermeden önce niçin yalvarmadın, gerçi silahlandın ve direncin arttı,
ancak kanın şimdi toprağı sular.” (Kâş 249/9)

Uygur Türkçesinde ‘sıvamak’ manasına gelen bir suva- fiili daha bulunmaktadır: ud
mayakın suvap
‘sığır gübresini sıvayıp’ (AY 477/2, 525/2). Her iki fiilin aynı fiil olduğu
hususunda görüşler bulunsa da (Clauson 1972, 785a), söz konusu iki fiili eş sesli kelimeler
olarak kabul etmek daha doğrudur. Çünkü Moğolcada da ‘sıvamak’ anlamına gelen
siba-
(Lessing v.d. 1995, 693a) kelimesi bulunmaktadır. Dolayısıyla biz Moğolca siba- fiili ile Eski
Türkçedeki ‘sıvamak’ anlamındaki
suva- fiilini biri diğerinin varyantı olan tek fiil olduğunu
düşünüyoruz.

Eski Türkçedeki ‘sulamak’ anlamına gelen suva- fiilinin başka türevleri de
bulunmaktadır. Meselâ Uygur Türkçesinde geçen
suvat- fiili ‘ıslatmak’ manasındadır:
suvataçısı ‘ıslatıcısı, sulatıcısı’ (Hüen-ts VI 27/3). Kâşgarî’de de suva- fiilinin edilgen şekli
olan ‘sulanmak’ anlamında
suval- fiili bulunmaktadır: Tarıg suwaldı “Tarla sulandı.” (Kâş
331/2). Kâşgarî’de ‘sulamak’ manasına gelen bir diğer kelime de
suwgar- fiilidir: Ol at
suwgardı.
“O ata su verdi.” (Kâş 360/17). Bu fiil de suw kelimesinden +gAr isimden fiil
yapma eki ile türetilmiştir. Eski Türkçede aynı ekle türetilmiş birçok kelime bulunmaktadır:
başgar- ‘başlamak, rehberlik etmek’ (TT 1: 11), çıngar- ‘doğrulatmak, inceletmek’ (TT 5:
B/76),
edger- ‘desteklemek’ (Kâş 121/1) gibi. Suwgar- fiili, Çağatay ve Osmanlı
Türkçelerinde aynı anlamını devam ettirmekle birlikte
suvar- şekline dönüşmüştür: suvar-
(Seng 243b/26, TTS 1: 649). Orta Türkçede ‘sulamak’ manasına gelen üçüncü fiilimiz de
suwla- (Kâş 574/14) fiilidir. Bu fiil de suw kelimesi ile +lA- ekinden türetilmiştir. Kâşgarî’de
suwla- fiilinin türevi olan suwlan kelimesi, suwlan yıgaç ‘gövdesinde budak olmayan düzgün
ağaç’ (Kâş 612/14) ve
suwlan saç ‘düz saç’ (Kâş 612/15) örneklerinden de anlaşılacağı üzere
‘pürüzsüz, düzgün, düz’ anlamlarında kullanılmıştır.

Kâşgarî’de suw kelimesinin türevi olduğunu düşündüğümüz bir diğer kelime de ‘cıvık’
ve ‘seyrek’ anlamlarına gelen
suvuk (Kâş 517/3) kelimesidir. Sözlükte suvuk, suw’da olduğu
gibi,
w (-1") ile değil, v (-?) ile yazılmıştır. Ancak sözlükte bir de ‘cıvık, sulandırılmış
olduğunu düşünmek’ manasında
suwıglan- (Kâş 400/3) fiilinin bulunması, suvuk kelimesinin
suw’un türevi olabileceğini akla getirmektedir:
Ol balıg suwıglandı “O balın cıvık olduğunu
düşündü.” (Kâş 400/2-4). Kâşgarî,
suvuka ‘içine su katılmış olan herhangi bir sıvı; yoğurt
veya pekmez suyla seyreltildiği zaman bu kelime kullanılır’ anlamını vermiş ve tanıma örnek
olarak da
suvukyogrut ‘cıvık yoğurt’ (Kâş 517/4), suvuk kudruk ‘katır kuyruğu gibi uzun ve
az kıllı olan kuyruk’ (Kâş 517/4) tamlamalarını göstermiştir.
Suvuk kelimesi suw kelimesi ile
+I- isimden fiil ve -k fiilden isim yapma ekleriyle türetilmiş bir kelime olmalıdır. Kâşgarî’de
‘gevşemek, cıvımak’ manasında
suwış- fiilinin bulunması, *suwı- fiilinin varlığını açıkça
ortaya koymaktadır:
Yogurmış un suwışdı “Yoğurulmuş hamur, içine çok fazla su konduğu
için gevşedi.” (Kâş 319/17-320/2)

Suvuk kelimesi Osmanlı Türkçesinde ‘sulu, cıvık, akıcı’ anlamlarında ve sıvık (TTS 5:
3462-3463) şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bugün dilimizde bulunan
cıvık kelimesi de zaten
eski
sıvıksın günümüzde aldığı şekildir. Yine cıvı- fiili de *suwı- fiilinin varlığına bir başka
açıdan delil teşkil etmektedir. Bugün dilimize yerleşmiş olan
sıvı kelimesi ise Türk Dil
Kurumunun öncülüğünde yapılan özleştirme çalışmaları kapsamında Arapça
mayi
karşılığında sıvık’tan elde edilmiş bir kelimedir.

Osmanlı Türkçesinde 17. yüzyıldan bu yana varlığını takip edebildiğimiz ısla-, ıslan-
fiilleri ile ıslak ismi de bize göre sıvık kelimesinin birer türevi olmalıdır. Biz bu kelimeleri
şöyle tahlil ediyoruz:
ısla- < sıvıkla- < suw+ı-k+la-, ıslan- < sıvıklan- < suw+ı-k+la-n-, ıslak

< sıvıklak < suw+ı-k+la-k. Kelimeler orta hecedeki k sesinin düşmesi neticesinde önce sıvla-,
sıvlan-, sıvlak,
daha sonra v sesinin erimesi ve metatez hadisesiyle de ısla-, ıslan-, ıslak
şekillerine dönüşmüş olmalıdır.

Abuşka Lugatı veya Çağatay Sözlüğü

Ahter-i Kebîr

Kısaltmalar
1. Eserler

Abuşka

Aht

Aksan İ982
Arat İ987
AY

B-Elphinstone

B-Haydarâbâd

BK-D

BK-K

Bul

Caferoğlu İ968
CC

Clauson İ972
DK

DK-Dresden
DK-Vatikan
Doerfer İ965

DS

Dür

Erdal İ99İ
Eren İ999
Ergin İ963
Evl

Eyuboğlu 2004

Gabain İ988
Gharib 2004


Her Yönüyle Dil

Vekayi II

Altun Yaruk

Bâburnâme'mn Elphinstone nüshası
Bâburnâme'mn Haydarâbâd nüshası
Bilge Kağan kitâbesinin doğu cephesi
Bilge Kağan kitâbesinin kuzey cephesi
Kitâbu Bulgatü’l-müştâkfîLugati ’t-Türk
ve ’l-Kıfçak

Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü
Codex Cumanicus
An Etymological Dictionary of
Pre-Thirteenth-Century Turkish
Dede Korkud Kitabı

Dede Korkud Kitabının Dresden nüshası

Dede KorkudKitablnın Vatikan nüshası

Türkische und mongolische

Elemente im Neupersischen-II

Türkiye ’de Halk Ağzından Derleme Sözlüğü

Ed-dürretü’l-mudiyye fi ’l-lugati ’t-Türkiyye

Old Turkic Word Formation

Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü

Dede Korkut Kitabı II

Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi

Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü

Firdevsü’l-ikbâl

Eski Türkçenin Grameri

Sogdian Dictionary

Gökyay İ976    Dede Korkut Hikâyeleri

Gökyay 2000    Dedem Korkudun Kitabı

GT    Gülistan Tercümesi (Kitâb Gülistân bi ’t-Türkî)

Gürsoy Naskali v.d. 2007 Hakasça-Türkçe Sözlük

H    Zur Heilkunde der Uiguren

Hayyân    Kitâb al-ldrâk Li-lisân al-Atrâk

Hüen-ts    Uygurskaya versiya biografii Syuan’-Tszana

IrkB    Irk Bitig

İKB    İyi ve Kötü Prens Öyküsü

İrş    İrşâdü’l-mülûk ve ’s-selâtîn

Kâş    Kitâbu Dîvâni Lugâti ’t-Türk (Tıpkıbasım)

Kav    El-kavânînü’l-külliyye li-zabti ’l-lugati ’t-Türkiyye

KB    Kutadgu Bilig

KB-Fergana    Kutadgu Bilig’in Fergana nüshası

KB-Mısır    Kutadgu Bilig’in Mısır nüshası

KT-G    Kül Tigin kitâbesinin güney cephesi

KT-GD    Kül Tigin kitâbesinin güneydoğu cephesi

KT-D    Kül Tigin kitâbesinin doğu cephesi

Lessing v.d. İ995 Mongolian-English Dictionary

Marufov İ98İ    Özbek Tilining İzahlı Lugati

Mayt    Maytrısimit

ME    Mukaddimetü’l-edeb

Mecm    Kitâb-ı Mecmû-ı Tercümân-ı Türkî

ve Acemî ve Mugalî
Mehmed Es’ad İ2İ6 Lehcetü’l-lugat

MM    Mu’înü’l-mürîd

Neh    Nehcü’l-ferâdîs

Nişanyan 2007    Sözlerin Soy Ağacı

OK    Oğuz Kağan destanı

Pelliot İ9İ4    “La version ouigure de’l histoire des princes

Kalyânamkara et Pâpamkara”

Rab    Kısasü’l-enbiyâ

Radloff İ960    Versuch eines Wörterbuches der Türk-Dialecte

SD    Sekkâkî Dîvânı

Seng    Sanglax A Persian Guide to the Turkish
Language by Muhammad Mahdî Xân

Sevortyan 1974    Etimologiçeskiy slovar' tyurkskih yazıkov-I

Starostin v.d. 2003    Etymological Dictionary of the Altaic Languages

Şeyh Süleyman 1298    Lûgat-ı Çağatay ve Türkî-yi Osmânî

T    Tonyukuk kitâbesi

Tietze 2002    Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı

TKY    Temür Kutluk Yarlıgı

Toparlı v.d. 2007    Kıpçak Türkçesi Sözlüğü

TT    Türkische Turfan-texte

TTS    Tanıklariyle Tarama Sözlüğü

Tuh    Ettuhfet-üz-zekiyye Fil-lûgat-it-Türkiye

İ. Diller

Alt.

Altay Türkçesi

Ar.

Arapça

Azr.

Azerî Türkçesi

Başk.

Başkurt Türkçesi

Çağ.

Çağatay Türkçesi

Çuv.

Çuvaşça

E.A.T.

Eski Anadolu Türkçesi

E.T.

Eski Türkçe

Far.

Farsça

Gag.

Gagavuz Türkçesi

Hak.

Hakaniye Türkçesi

Hal.

Halaç Türkçesi

Har.

Harezm Türkçesi

Hks.

Hakas Türkçesi

Kar.

Karaim Türkçesi

KKlp.

Kara Kalpak Türkçesi

Krç.-Blk.

Karaçay Balkar Türkçesi

Kıp.

Kıpçak Türkçesi

Kır.    Kırgız Türkçesi

Krm.    Kırım Türkçesi

Kum.    Kumuk Türkçesi

Kzk.    Kazak Türkçesi

Nog.    Nogay Türkçesi

Osm.    Osmanlı Türkçesi

Özb.    Özbek Türkçesi

SUyg    Sarı Uygur Türkçesi

Şor.    Şor Türkçesi

Tat.    Tatar Türkçesi

Tel.    Altay Türkçesinin Teleüt ağzı

T.H.A.    Türkiye Halk Ağızları

Tkm.    Türkmen Türkçesi

T.T.    Türkiye Türkçesi

Tuv.    Tuva Türkçesi

Yak.    Yakutça

YUyg.    Yeni Uygur Türkçesi

Kaynaklar

Aksan, Doğan. Her Yönüyle Dil. 3 cilt. TDK yayınları: 439. Ankara, 1982.

Arat, Reşit Rahmeti, hzl. Yûsuf Has Hâcib. Kutadgu Bilig I: Metin. 3. baskı. TDK yayınları: 458.
Ankara, 1991.

Arat, Reşit Rahmeti. Kutadgu Bilig III: İndeks. Yayımlayanlar Kemal Eraslan, Osman F. Sertkaya ve
Nuri Yüce, TKAE yayınları: 47, İstanbul, 1979.

Arat, Reşit Rahmeti. Vekayi: Babur’un Hatıratı. 2. cilt, 2. baskı. TTK yayınları. Ankara, 1987

Ata, Aysu, hzl. Rabgûzî. Kısasü’l-enbiyâ (Peygamber Kıssaları) I: Giriş, Metin, Tıpkıbasım. TDK
yayınları: 681-1. Ankara, 1997.

Ata, Aysu. Rabgûzî. Kısasü’l-enbiyâ (Peygamber Kıssaları) II: Dizin. TDK yayınları: 681-2. Ankara,
1997.

Ata, Aysu. Nehcü’l-ferâdîs Uştmahlarnın Açuk Yolı Cennetlerin Açık Yolu III: Dizin-Sözlük. TDK
yayınları: 518. Ankara, 1998.

Atalay, Besim. Divanü Lugat-it-Türk Tercümesi. 4 cilt. 2. baskı. TDK yayınları: 521. Ankara, 1985¬
86.

Atalay, Besim. Ettuhfet-üz-zekiyye Fil-lugat-it-Türkiyye. TDK yayınları: C. II. 21. İstanbul, 1945.

Atalay, Besim. Abuşka Lugati veya Çağatay Sözlüğü. Ankara, 1970.

Bang, W. Ve G. R. Rahmeti. Oğuz Kağan Destanı. İstanbul, 1936.

Baskakov, N. A., A. Zayaçkovskiy, S. M. Şapşal. Karaimsko-russko-pol’skiy slovar’. Pod redaktsiey,
İzdatel’stvo Russkiy Yazık. Moskova, 1974.

Battal, Aptullah. İbnüMühennâ Lugati. 2. baskı. TDK yayınları: 9. Ankara, 1988.

Bayram, Bülent. Çuvaş Türkçesi-Türkiye Türkçesi: Sözlük. Konya, 2007.

Caferoğlu, Ahmet. Abû Hayyân. Kitâb al-ldrâk Li-lisân al-Atrâk. İstanbul, 1931.

Caferoğlu, Ahmet. Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü. TDK yayınları: 260. İstanbul, 1968.

Clauson, Gerard. Sanglax A Persian Guide to the Turkish Language by Muhammad Mahdî Xân:
Facsimile Text with an Introduction and Indices.
Yayımlayan MESSRS. Luzac and Company
Ltd. Londra, 1960.

Clauson, Gerard. An Etimological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish. Oxford Üniversitesi
yayınları. Oxford, 1972.

Dankoff, Robert. Evliya Çelebi Seyahatnamesi Okuma Sözlüğü. Katkılarla İngilizceden Çeviren
Semih Tezcan. Türk Dilleri Araştırmaları dizisi: 37. İstanbul, 2004.

Dankoff, Robert ve James Kelly. Mahmûd el-Kâşgarî. Compendium of The Turkic Dialects: Edited
and Translated with Introduction and Indices = Türk Şiveleri Lugati, Dîvânü Lugat-it-Türk:
İnceleme, Tenkidli Metin, İngilizce Tercüme, Dizinler.
Yayımlayanlar Şinasi Tekin, Gönül
Alpay Tekin. 3 cilt. Doğu Dilleri ve Edebiyatlarının Kaynakları: 7. Harvard, 1982-85.

Doerfer, Gerhard. Türkische und mongolische Elemente im Neupersischen. 4 cilt. Wiesbaden, 1963¬
1975.

Eckmann, Janos, hzl. Nehcü’l-ferâdîs Uştmahlarnın Açuq Yolı Cennetlerin Açık Yolu: I Metin, II
Tıpkıbasım.
Yayımlayanlar Semih Tezcan ve Hamza Zülfikar. TDK yayınları: 518. Ankara,
1995.

Eraslan, Kemal, haz. Mevlânâ SekkâkîDîvânı. TDK yayınları: 720. Ankara, 1999.

Ercilasun, A. Bican, A. M. Aliyev, A. Şayhulov, E. Z. Kajıbek, K. Konkobay uulu, B. Yusuf, C.
Göklenov, V. U. Mahpir ve A. Çeçenov.
Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü: Kılavuz
Kitap.
C. 1, Kültür Bakanlığı yayınları: 1371, kaynak eserler dizisi: 54. Ankara, 1991.

Erdal, Marcel. Old Turkic Word Formation: A Functional Appoarach to the Lexicon. 2 cilt.
Yayımlayan Otto Harrassowitz, Turcologica Bd. 7. Wiesbaden, 1991.

Eren, Hasan. Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü. Ankara, 1999.

Ergin, Muharrem, hzl. Dede Korkut Kitabı I: Giriş, Metin, Faksimile. 3. baskı. TDK yayınları: 169.
Ankara, 1994.

Ergin, Muharrem. Dede Korkut Kitabı II: İndeks, Gramer. TDK yayınları: 219. Ankara, 1963.

Ergin, Muharrem. Türk Dil Bilgisi. Bayrak yayınları. İstanbul, 2002.

Evliya Çelebi. Evliya Çelebi Seyahatnamesinin Topkopı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının
Transkripsiyonu ve Dizini.
1. kitabı haz. Orhan Şaik Gökyay. YKY yayınları. İstanbul, 1996;
2. kitabı haz. Zekeriya Kurşun, Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı. YKY yayınları. İstanbul,
1999; 4. kitabı haz. Yücel Dağlı ve Seyit Ali Kahraman. YKY yayınları. İstanbul, 2001; 5.
kitabı haz. Yücel Dağlı, Seyit Ali Kahraman ve İbrahim Sezgin. YKY yayınları. İstanbul,
2001; 6. kitabı haz. Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı. YKY yayınları. İstanbul, 2002; 7.
kitabı haz. Yücel Dağlı, Seyit Ali Kahraman ve Robert Dankoff. YKY yayınları. İstanbul,
2003; 8. kitabı haz. Seyit Ali Kahraman ve Robert Dankoff. YKY yayınları. İstanbul, 2003.

Eyuboğlu, İsmet Zeki. Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü. 4. baskı. Sosyal Yayınlar. İstanbul, 2004.

von Gabain, Annemarie. Eski Türkçenin Grameri. Çeviren Mehmet Akalın. TDK yayınları: 332.
Ankara, 1988.

Gharib, B. Sogdian Dictionary: Sodgan, Persian, English. 2 cilt. Tahran, 2004.

Gökyay, Orhan Şaik. Dede Korkut Hikâyeleri. Kültür Bakanlığı yayınları: 256. İstanbul, 1976.

Gökyay, Orhan Şaik. Dedem Korkudun Kitabı. MEB yayınları: 3409. İstanbul, 2000.

Gr0nbech, K. Komanisches Wörterbuch: Türkischer Wortindex zu Codex Cumanicus. Kopenhag,
1942.

Gr0nbech, K. Kuman Lehçesi Sözlüğü: Codex Cumanicus ’un Türkçe Sözlük Dizini. Çeviren Kemal
Aytaç. Kültür Bakanlığı yayınları. Ankara, 1992.

Gürsoy-Naskali, Emine ve Muvaffak Duranlı. N. A. Baskakov ile T. M. Toşçakova’nın “Oyrotsko-
russkiy slovar’”ından Genişletilmiş Altayca-Türkçe Sözlük.
TDK yayınları: 725. Ankara,
1999.

Gürsoy Naskali, Emine, Viktor Butanayev, Almagül İsina, Erdal Şahin, Liaisan Şahin ve Aylin Koç.
Hakasça-Türkçe Sözlük. TDK yayınları: 917. Ankara, 2007.

Jarring, Gunnar. An Eastern Turki-English Dialect Dictionary. Lund, 1964.

Hamilton, James Russell, hzl. Dunhuang Mağarası’nda Bulunmuş Buddhacılığa İlişkin Uygurca El
Yazması: İyi ve Kötü Prens Öyküsü.
TDK yayınları: 682. Ankara, 1998.

Houtsma, M. Th. Ein türkisch-arabisches Glossar. Leiden, 1894.

Karamanlıoğlu, Ali Fehmi, hzl. Seyf-i Sarâyî. Gülistan Tercümesi (Kitâb Gülistan bi’t-Türkî). TDK
yayınları: 544. Ankara, 1989.

Kaçalin, Mustafa. Dedem Korkut’un Kazan Bey Oğuz-nâmesi. İstanbul, 2006.

Kaya, Ceval. Uygurca Altun Yaruk: Giriş, Metin, Dizin. TDK yayınları: 607. Ankara, 1994.

Koç, Kenan, Ayabek Bayniyazov ve Vehbi Başkapan. Kazak Türkçesi Türkiye Türkçesi Sözlüğü.
Ankara, 2003.

Kültür Bakanlığı. Mahmûd b. el-Huseyn b. Muhammed el-Kâşgarî. Kitâbu Dîvâni Lugâti’t-Türk:
Tıpkıbasım.
Kültür Bakanlığı yayınları: 1205. Ankara, 1990.

Lessing, Ferdinand D., Mattai Haltod, John Gambojab Hangin ve Serge Kassatkin. Mongolian-
English Dictionary.
3. baskı. Bloomington, Indiana, 1995.

Ma’rufov, Z. M. Özbek Tilining İzahlı Lugati. Özbekistan SSR Fanlar Akademiyası A.S. Puşkin
Namidagi Til ve Adabiyat İnstitüti. 2 cilt. Moskova, 1981.

Mehmed Es’ad [Efendi]. Lehcetü’l-lugat. İstanbul, 1216 [1810]

Mehmed Es’ad [Efendi]. Lehcetü’l-lugat. Hazırlayan Ahmet Kırkkılıç. TDK yayınları: 732. Ankara,
1999.

Nadelyaev, V. M., D. M. Nasilov, E. R. Tenişev ve A. M. Şerbak. Drevnetyurkskiy slovar’.

Akademiya Nauk SSSR İnstitüt Yazıkoznaniya. Leningrad, 1969.

Necip, Necipoviç Emir. Yeni Uygur Türkçesi Sözlüğü. Çeviren İklil Kurban. TDK yayınları: 615.
Ankara, 1995.

Nişanyan, Sevan. Sözlerin Soyağacı: Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü. 3. baskı. İstanbul, 2007.
Orkun, Hüseyin Namık.
Eski Türk Yazıtları. TDK yayınları: 529. Ankara, 1987.

Orucov, E. E. Azerbaycan Dilinin İzahlı Lügeti. 4 cilt. Azerbaycan SSR Elmler Akademiyası Nesimi
Adına Dilçilik İnstitütü. Bakü, 1964-80-83-87.

Ögel, Bahaeddin. Türk Mitolojisi: Kaynaklar ve Açıklamaları ile Destanlar. Cilt 2. TTK yayınları.
Ankara, 1995.

Özyetgin, A. Melek. Altın Ordu, Kırım ve Kazan Sahasına Ait Yarlık ve Bitiklerin Dil ve Üslûp
İncelemesi.
TDK yayınları: 658. Ankara, 1996.

Pelliot , Paul. “La version ouigure de’l histoire des princes Kalyânamkara et Pâpamkara. ” T’oung
Pao.
15 (1914), 225-272.

Poppe, N. N. Mongol’skiy Slovar’: Mukaddimat al-adab. 3 cilt. Akademiya Nauk SSSR. Moskova,
Leningrad, 1938.

Radloff, Wilhelm. Versuch eines Wörterbuches der Türk-Dialecte. 2. baskı, 4 cilt. ’s-Gravenhage,
1960.

Räsänen, Martti. Versuch eines etymologischen Wörterbuchs der Türksprachen. Helsinki, 1969.

Sevortyan, E. V. Etimologiçeskiy slovar’ tyurkskih yazıkov. 3 cilt. Akademiya Nauk SSSR İnstitut
Yazıkoznaniya, Moskova, 1974, 1978, 1980.

Starostin, Sergey, Anna Dybo ve Oleg Mudrak. Etymological Dictionary of the Altaic Languages. 3.

cilt. Leiden, Boston, 2003.

Şen, Mesut. Gâzi “Zahîrüddîn Muhammed Bâbur. Bâburnâme: Giriş, Metin (Kâbil ve Hindistan
Bölümleri), Açıklamalı Dizin.” Doktora Tezi. Marmara Üniversitesi, 1993.

Şeyh Süleyman Efendi. Lûgat-ı Çağatay ve Türkî-yi Osmânî. İstanbul, 1298 [1882].

Tavkul, Ufuk. Karaçay-Malkar Türkçesi Sözlüğü. TDK yayınları: 770. Ankara, 2000.

Tekin, Şinasi, hzl. Uygurca Metinler II: Maytrısimit, Burkancıların Mehdîsi, Meitreya ile Buluşma,
Uygurca İptidaî Bir Dram.
Erzurum Atatürk Üniversitesi yayınları: 263. Ankara, 1976.

Tekin, Şinasi. İştikakçının Köşesi: Türk Dilinde Kelimelerin ve Eklerin Hayatı Üzerine Denemeler.

Simurg yayınları: 41. İstanbul, 2001.

Tekin, Talât. 11. Yüzyıl Türk Şiiri: Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki Manzum Parçalar. TDK yayınları: 541.
Ankara, 1989.

Tekin, Talât. haz. Orhon Yazıtları. TDK yayınları: 540. Ankara, 1988.

Tekin, Talât. Tunyukuk Yazıtı. Yayımlayan Mehmet Ölmez. Türk Dilleri Araştırmaları dizisi: 5.
Ankara, 1994.

Tekin, Talât. Irk Bitig: Eski Uygurca Fal Kitabı. Editörler Nurettin Demir ve Emine Yılmaz. Türk
Dili Tarihinin Temel Sorunları: 1. Ankara, 2004.

Tekin, Talât, Mehmet Ölmez, Emine Ceylan, Zuhal Ölmez ve Süer Ekin. Türkmence-Türkçe Sözlük.

Türk dilleri araştırmaları dizisi: 18. Ankara, 1995.

Tezcan, Semih ve Hendrik Boeschoten. Dede Korkut Oğuznameleri. Yapı Kredi Yayınları: 1441.

Kâzım Taşkent klâsik yapıtlar dizisi: 39. İstanbul, 2001.

Tietze, Andreas. Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı. C. 1 (A-E). Simurg yayınları: 56,
sözlük 2. İstanbul-Wien, 2002.

Toparlı, Recep ve Mustafa Argunşah. Mu’înü’l-mürîd. TDK yayınları: 925. Ankara, 2008.

Toparlı, Recep. İrşâdü’l-mülûk ve’s-selâtîn. TDK yayınları: 555. Ankara, 1992.

Toparlı, Recep. Ed-Dürretetü’l-mudiyye Fi’l-lugati’t-Türkiyye. TDK yayınları: 836. Ankara, 2003.
Toparlı, Recep, Sadi Çögenli ve Nevzat H. Yanık.
El-Kavânînü’l-külliye Li-zabti’l-lugati’t-Türkiyye.

TDK yayınları: 728. Ankara, 1999.

Toparlı, Recep, M. Sadi Çögenli ve Nevzat H. Yanık. Kitâb-ı Mecmû-ı Tercümân-ı Türkî ve Acemî ve
Mugalî.
TDK yayınları: 763. Ankara, 2000.

Toparlı, Recep, Hanifi Vural ve Recep Karaatlı. Kıpçak Türkçesi Sözlüğü. TDK yayınları: 835.
Ankara, 2007.

Tuguşeva, L. Y. Uygurskaya versiya biografii Syuan’-Tszana: Fragmentı iz Leningradskogo
rukopisnogo sobraniya İnstituta bostokovedeniya AN SSSR.
Moskova, 1991.

Türk Dil Kurumu. Yûsuf Hâs Hâcib, Kutadgu Bilig: Fergana Nüshası, Tıpkıbasım II. İstanbul, 1943.
Türk Dil Kurumu.
Yûsuf Hâs Hâcib. Kutadgu Bilig: Mısır Nüshası, Tıpkıbasım III. İstanbul, 1943.
Türk Dil Kurumu.
13. Yüzyıldan beri Türkiye Türkçesiyle Yazılmış Kitaplardan Toplanan
Tanıklariyle Tarama Sözlüğü.
8 cilt. TDK yayınları: 212. Ankara, 1963-77.

Türk Dil Kurumu. Türkiye’de Halk Ağzından Derleme Sözlüğü. 12 cilt. TDK yayınları: 211/4.
Ankara, 1963-79.

Yudahin, K. K. Kirgizsko-russkiy slovar’ = Kırgızça-Orusça Sözdük. Moskova, 1965.

Yüce, Nuri, hzl. Zamahşarî el-Hârizmî, Mukaddimetü’l-edeb Hârizm Türkçesi ile Tercümeli Şuster
Nüshası: Giriş, Dil Özellikleri, Metin, İndeks.
TDK yayınları: 535 Ankara, 1988.
Zajaczkowski, Ananiasz.
Najstarsza Wersja Turecka: Husrav u Sîrîn Qutba. C. 3. Varşova, 1961.

71

1

Doç. Dr. Mesut Şen
Marmara Üniversitesi, İstanbul.

mesudsen@gmail. com